24 Kasım 2008 Pazartesi

Kötü Bir Gece

Eski bir bar. Pek müşteri alıyormuş gibi görünmüyor. En iyi günlerinde bile içerisinin insanlarla dolup taştığını zannetmiyorum. En sevdiklerimdendir böyle barlar. Nezaketi, sevgiyi, dosluğu, hayalleri dışarıda, kilometrelerce ve yıllarca uzakta bırakmış olmanız gerekir içeri girebilmek için. Oraya konsantre olmanız, hiçbir şey beklememeniz ve en önemlisi, hayatınızın o anında orada olmaktan başka bir şey beklememeniz gerekir kendinizi süregelen eziyetten bir an için bile olsa koparabilmeniz için. İçkinizi ya çok yavaş içersiniz ya da çok hızlı. Tezgahın arkasında, sadece çalışanların girdiği bir odadan loş barın içine sakince beyaz bir ışık sızar ve ciğerlerinize ucuz sigara dumanı dolar. Gözleriniz yaşarır belki ama merak etmeyin, kimse sizin oturduğunuz tarafa dönüp bakmaz. Gözyaşlarınızı saklamanıza gerek yoktur çünkü herkes kendi payına düşen gözyaşlarını ya dökmüştür ya da halen döküyordur. Otuzlarında, kırklarında yaşlanmış insanlar görürsünüz. Tuvalete gidip aynaya bir bakarsınız. Merak edersiniz; 'Bu pislik benim suratımı mı çevreliyor yoksa aynayı mı?' Tuvaletten dışarı adımınızı atınca çevrenize saçılmış yüzlere bir göz gezdirince pisliğin bu yüzlerin en güzel yönü olduğunu görürsünüz. Eğer yüzünüz harap bir barın çürümüş tuvaletindeki aynada her zamankinden daha güzel görünüyorsa anlarsınız; siz gerçekten de oraya aitsiniz.

Yine bir gece, içeri girerken ismine bakmadığım bir bardayım. İsimlere bakmayı keseli çok oldu. Zamanlar ve mekanlar artık karmakarışık oldular. Yüzler ve anılar karmakarışık oldular. Kelimeler ve cümleler karmakarışık oldular. Artık hatırlayabildiğim tek yer yol. Uçsuz bucaksız, bir sigaranın gri dumanı gibi kıvrılıp giden soluk bir yol. Ve şimdi bir durak daha. Adını öğrenmeye üşendiğim eski bir bar.

Kırmızı bir kumaşla kaplanmış içki raflarının arkası. Orada oturanlardan hiçbiri kendi yüzünü görmek istemiyor, bu yüzden akıllıca buluyorum bu kararı. Tezgah boydan boya yaralarla kaplı. Üstüne isimler, numaralar, boktan kitapçılardan ucuza alınmış (muhtemelen yazarının bile adını hatırlamadığı) kitaplardan sözler, mağara resimlerini şaheser gibi gösteren tuhaf çizimler ve saydığım diğer şeyleri utandıracak derecede yaratıcı küfürler karalanmış. İçerideki herkesin bu sanat eseri barın her köşesini çoktan ezberlediğini adım gibi biliyorum. Hepsinin kafalarını önlerine eğip içkilerini yudumlayışlarından anlaşılan en bariz şey buralı oldukları. Aksi olsaydı herbirinin en az bir kez garson kızın kıçına göz atmaları gerekirdi. Kız pek model olacak materyale sahip olmasa da bu tarz bir yerde çalışacak tip değil. Muhtemelen para biriktirip, mutfakta çalışan, şehire gidince daha güzel ve muhtemelen biraz da parası olan bir kız için onu terkedecek bir oğlanla kaçma hayalleri kuruyor. İnsan sarrafı olduğumu söyleyemem ama aynı şeyleri kırk kez gördükten sonra yavaş yavaş tüm dinamiği çözmeye başlıyorsun. Hem bir zamanlar ben de o oğlandım ama bu konu üzerinde durmak istemiyorum. Gözlerimi diğerlerinden barmene çeviriyorum. İri yarı sert görünümlü bir adam. Saçları uzun ve katran kadar siyah, omuzlarından aşağıya, neredeyse dirseklerine kadar iniyorlar. Sert ve geniş bir çeneye sahip. Yamuk bir burun, çok darbe yemiş. Cüssesine bakılırsa her bir darbenin karşılığını fazlasıyla vermiş. Kaslı kolları yaralarla bezenmiş. Eminim boş zamanında bebek iskeletleri yiyip testesteron işiyordur. Elinde ise...pek sık görmediğim bir görüntü! Kasları tüm maskülenliğiyle gerilmiş, sırtını duvara vermiş Cosmopolitan okuyor. Bunu uzunca bir süre hatırlayacağımı tahmin ediyorum. Gözlerim yanımdan geçen garsonun bacaklarına son bir kez takılıp yine bardağıma dönüyor.

Üçüncü bardağıma başlarken içeri ihtiyar sayılabilecek birisi giriyor. Göbeği gövdesinden sarkmış, kasıklarının üstünde duruyor. Eski ve pis gömleğinin üstüne çirkin bir ceket geçirmiş, kafasında eski bir şapkayla içeriye göz atıyor. Açık renk sakalları şükürler olsun ki çirkin sıfatını dünyadan saklamayı beceriyor. Henüz gelmemiş birisini aradığını, yanımdaki boş taburelerden birine oturmak yerine 4 kişilik bir masanın köşesine geçmesinden anlıyorum. Pencerenin yanına oturmuş dışarıyı seyrediyor. Kötü bir misafir bekliyor. Garson tiksintiyle yanına gidip siparişini alıyor, barmen ise dergiyi bırakmış adamı süzüyor. Tanıştıkları belli barmenin bakışlarından belli. Garson hızlıca adamın önüne kahvesini bırakıp, yanında gereğinden fazla vakit geçirmemek için hızlıca uzaklaşıyor. Adam kahvesinin içine şekeri boca edip somurtarak misafirini beklemeye devam ediyor.

Daha üçüncü bardağım bitmeden bir oğlan içeri giriyor. Üstüne, hayatımın kısa bir döneminde aldığım varlığın kokusu sinmiş. Yakışıklı yüzü en kaliteli traş losyonlarının kokusunu taşıyor. Uzun boyu ve kaslı yapısıyla cennetten, biz sefilleri doğru yola sokmak ya da sonsuza dek karanlığa hapsetmek için inmiş bir melek gibi görünüyor. Üstün insan. Gerçek bir avcı. Bara hızlıca bir göz atıp avını buluyor.

“Ee? Buraya gelmenin sızlanmaktan başka bir sebebi var mı yoksa sen lafını bitirene kadar okumak için bir şeyler mi almalıyım?” diye konuştu ihtiyar, gergin ve sinirli sesiyle. Konuşurken masanın üstüne tükürük yağdırıyordu. Sapsarı dişleri her kelimesinde asap bozucu bir biçimde görünüp kayboluyorlardı. “ Buraya niçin geldiğimi çok iyi biliyorsun.” dedi oğlan. Sesi ciddi ve kararlıydı. İstediği her neyse alacktı, kesindi.

- Bu meseleyi annenle kırk kere konuştuk. Cevap belli, buraya kadar gelmene gerek yoktu. Telefonda da hayır diyebilirdim sana.
İhtiyar sinirli bir biçimde ayağa kalkıp, oğlan geldiğinde çıkarıp kenara attığı cekedini eline aldı. Tam oturduğu yerden çıkacakken oğlanın sesi adamı durdurdu.
- Otur yerine. Gerekirse zorla burada tutarım seni.
- Kim sanıyorsun sen kendini? Dayak yemeğe mi geldin buraya?
- Otuz yaşındayım. Bildiğim kadarıyla tek kabiliyetin küçük çocukları ve hasta kadınları dövmek.
Oğlanın sesi fazla yüksek olmasa da tüm bar ne dediğini duyabiliyordu. Benden başka kimse ilgilenmiş görünmüyordu. Doğru tahmin; bardakilerin hepsi buralı. İhtiyar yerine geri oturdu.
- Saçma sapan konuşmaya başlama. Sizin için neler yaptığımı çok iyi biliyorsun. İki tokat için zırıldanmana gerek yok.
- Hayır baba, bana yaptıkların zerre umrumda değil. Kardeşim için de gelmedim. O meseleyi daha sonra halledeceğiz. Buraya intikam için gelmedim. Sadece O'nu yanımda götürmek istiyorum.
İhtiyarın sesi alçaldı. Ancak her zamankinden daha öfkeliydi.
- Başlatma şimdi kardeşine! Yaptığı şey kendi seçimiydi!
- Kardeşim hakkında konuşmaya gelmedim. Beni sinirlendirme.
- O sürtük annen için geldin anladık! Ondan bahsetmek istiyorsan bahsedelim ama kardeşin hakkında bir şey duymak istemiyorum!
- Sen bilirsin.
Oğlanın sesindeki kontrol bir anlığına gitmişti. Babasına karşı duyduğu öfkenin hissettiğim o ufacık kısmı bile kanımı dondurmuştu. Neden bunları dinlediğimi bilmiyordum. Bütün bu sohbet tuhaf bir şekilde beni rahatsız ediyordu.
- Annenden bahsetmek istiyorsun...
- Evet. O nasıl? Kendisine sormak isterdim ama telefonlara cevap vermesine izin vermiyorsun sanırım.
- Benim evim, benim telefonum. Benden başkası cevap veremez.
- Senin evin? Hala aynı masalı mı anlatıyorsun?
- Birlikte kaldığın o kodaman gibi kıçımı paraya silmiyorum ben! Günü gününe, dişimle tırnağımla kazandığım parayla yaşıyorum! Evet orası benim evim ve bana ait olan tek yerde de benim kurallarım geçer!
- O kodaman dediğin adam senin asla yapamadığını yaptı. Annemle ayrıldıkları gün hiçbir şeyimiz yoktu ve yine de beni sevdi. İnsan olmanın paradan gelmediğini gösterdi bana.
- Kardeşinle senin kıçınızı silerken hiç şikayet etmiyordun ama!
- Gerçekten sohbeti buraya getirmek istiyorsan...
- Hayır dur! Üzgünüm.
İhtiyar çok rahatsız görünüyordu. Oğlan ise hala sakin, hala güçlüydü. İhtiyar alçaldıkça oğlan daha da büyüyordu. Her ne olduysa ihtiyar da masum olduğuna inanmıyordu ve o zavallı, alçak sıfatı bende yavaş yavaş tuhaf bir acıma duygusu uyandırmaya başlamıştı.
- Annemin hastalığı nasıl?
- Kötüleşti. Artık ev işlerini yapamıyor.
- Çok yazık di mi?
- Ukalalık etme.
- Annemin benimle gelmesini istiyorum. Onu düzgün bir doktora götürebiliriz. En azından onu biraz olsun mutlu edebiliriz.
- Eminim o kodamanın altına yatmak onu mutlu eder.
- Ağzından çıkan laflara dikkat etmezsen canın yanacak.
Oğlanın sesi titremişti. İhtiyar da titredi.
- Annen hiçbir yere gitmiyor. Burada benimle kalacak.
- Onsuz dönmek için gelmedim buraya. Neden ona işkence etmeye bu kadar meraklısın?
- Çünkü bana söz vermişti! Her zaman beni sevecekti!
- Anlamıyorsun değil mi? Söz verdiği adamın artık gittiğini göremiyorsun değil mi?
Artık konuşma düpedüz rahatsız edici bir hal almıştı. Daha fazla dinlemek benim için en doğru karar değilmiş gibi geliyordu.
- Hiçbiriniz bahane uydurmaktan başka bir şey yapmıyorsunuz! Sen doğmadan önce annen olacak kaltak o adama zaten aşıktı. 30 yıl boyunca çektiğim onca şeyden sonra beni suçlu gibi göstermekten başka yaptığınız hiçbir şey yok!
- O 30 yılı hepimiz seninle birlikte yaşadık, senin suçlu olduğunu göstermemize ihtiyaç yok ki. Bunu herkes biliyor. Yaşadığın yerdeki insanların sana bakışlarını göremiyor musun? Bize yaşattıklarının farkında değil misin?
- Ben yalnızca elimden gelenleri yaptım!
- O zaman elinden gelenler konusunda yanlış fikirlere sahipsin.
- BENİ ARTIK RAHAT BIRAKIN!
Masalarına kasvetli bir sessizlik çöktü. Barmen elindeki bardağı sertçe bara bırakıp masaya seslendi: “Bir sorun mu var?”. İhtiyar sessizliğini bozdu: “ Hayır. Hayır bir problem yok.”. Kendimi hiç iyi hissetmiyordum. O şerefsizin ne yaptığını bilmiyordum ama her ne halt yediyse bir (muhtemelen bir kaç) yerde çok kötü bir hata yapmıştı. Çirkin suratından, artık geri dönüş olmadığının farkında olduğu okunabiliyordu. O gece başına ne gelirse gelsin hakedecekti ve bu durum, belki de bana kendi geleceğimi hatırlattığı için çok ağır geliyordu. Taburemden kalkıp kendimi tuvalete kilitlemek ve mümkünse her ikisi de bardan yok olana kadar orada kalmak istiyordum. Ancak her şey bir trafik kazası gibiydi; kafamı çevirecek iradem yoktu.
- Sen de farkındasın. Yaptıklarının nelere sebep olduğunu, neleri mahvettiğinin sen de farkındasın.
- Evet. Evet, biliyorum. Peki sen ne kadarını biliyorsun?
- Ben?
İhtiyarın sesinde çaresizlik vardı artık. Sonunda kabul etmişti.
- Benim için kolay mıydı sence? Hayatını seni asla sevmeyecek bir kadınlageçirmek, o kadınla sevgilisinin çocuğuna bakmaya çalışmak kolay mıydı?
- Suçu üstünden atmaya çalışma. Kardeşim...
- Kardeşinin gidip başına açtığı işleri umursamadığımı mı sanıyorsun? Sizleri bildiğim en iyi şekilde yetiştirmeye çalıştım ama asla bana yardım eden olmadı. Yanında olması gereken tek kişinin her gün gözlerinde yaşla pencereden dışarıyı seyretmesi insanı ne hale getiriyor biliyor musun?
- Sen de onu yola getirmek istedin...
Oğlan adamdan nefret ediyordu. Sesinde biraz bile acıma yoktu. İhtiyarın sesi bozulmaya başlamıştı. Yavaş yavaş çöküyordu.
- Asla böyle olmasını istemedim. Bana yardım edebilecek tek bir kişi bile yoktu.
- Yaptıklarını asla affetmeyeceğim baba. Ne ben, ne annem. Yaşasaydı kardeşim de affetmezdi.
- Biliyorum, biliyorum...
Adam ağlamaya başlamıştı. Daha fazla dinlemek istemiyordum.
- Sana son bir şans veriyoruz baba. Buradan dönerken annem de benimle birlikte gelecek ve sen durdurmak için hiçbir şey yapmayacaksın. Bir daha bizi görmeyeceksin. Bir daha bizimle konuşmayacaksın. Annemin en azından son anlarını mutlu geçirmesini engellemeyeceksin.
- Tamam.
- Elveda baba.
Oğlan masadan kalkıp bara kahve için biraz bozukluk bıraktı. Kapıya doğru giderken adam kafasını kaldırıp kızarmış gözleriyle ona baktı ve konuştu:
- Her şey iyi gidebilirdi. Neden bu hale geldi ki? Neden hiç kimse mutlu olamadı?
- Çünkü sen asla izin vermedin.
Oğlanla adam kısa bir süre bakıştılar. Barda adamın fısıltısı yankılandı: “Özür dilerim.” Oğlan kafasını çevirip dışarı çıktığında adam tekrar fısıldadı: “Özür dilerim.” Fısıltı yavaş yavaş yaşlı bir adamın inlemelerine dönüştü. “Özür dilerim”. Tekrar, tekrar, tekrar ve tekrar.
Gece daha yeni başlamıştı ve ben boğuluyordum.

2 yorum:

Ayna-i Marzî dedi ki...

Konu çekiyor insanı içine, "yaşlı adam ne yapmış ki, kendisine böyle nefret dolu bakışlar sunan bir oğlu var" sorusu okurken hep bir kenarda duruyor. Daha güzeli, sanki o ana şahit olmuşsun gibi yazmışsın ve merak ettim ciddi ciddi, bu şekilde barlarda karşılaştığın kişiler oldu mu?

Ellerine sağlık :)

Sophia dedi ki...

Öncelikle yorumun için çok teşekkür ederim =)

Ailenin yaşadıklarının bir kısmını düşünmüş olsam da yazıda bahsetmemek daha isabetli olur diye düşündüm. Sonuçta yalnızca diğer insanları izleyen birisi için her şeyi bilmek çok sıkıcı olur. İnsanın hayal edebileceği bir şeylere ihtiyacı var ve diğer insanları dinlemek her zaman bu ihtiyacı mükemmel bir biçimde karşılar.

Bu yazıdaki gibi kulak misafiri olduğum pek çok iyi, kötü, üzücü, huzur verici şey var ama bizzat başımdan geçmiş bir olayı hiç konu olarak kullanmadım. Daha çok bu yazıda da olduğu gibi, farklı mekanlarda geçen farklı olayları birleştirmeyi seviyorum. Bu şekilde zamanla yazı kendini oluşturmama, eklemeler yapmama izin veriyor. Başımdan geçenleri anlatmaktan çok daha tatmin edici geliyor bana, bilemiyorum =)