21 Aralık 2008 Pazar

'Öykü Procesi'ndeki Öykü

Gecenin bir saati durakta araç bekliyorum. Hiç dinmeyecekmiş gibi kararlı bir yağmur yağıyor. Uzun zamandır görüşmediğimiz, kentin oldukça dışındaki yeni sitelerden birinde oturan arkadaşıma uğramıştım. Konuştuğumuz konular kısa sürede bitiyor, araya uzun sesizlikler giriyordu. Kalmam için çok ısrar etmiş, bu saatte araç bulamayacağımı söylemişti ama ben dönmekte kararlıydım. İkimizin de hissettiği, üzerini örtmeye çalıştığımız olumsuz hava nedeniyle orada kalamazdım. Arkadaşım da ısrar ederken o kadar içten değildi aslında. On dakikadır bekliyorum, ne otobüs geçti ne de taksi. Bir süre daha beklemeye karar verdim, olmazsa arkadaşımın evine dönecektim. İkinci sigaramı da bitirmiştim ki, uzaktan bir aracın farlarını gördüm. El kaldırdım. Yavaşlayıp önümde durdu. İçinde sürücüden başka kimse yoktu. Direksiyonun başındaki adam eğilip bana baktı.

"Afedersiniz," dedim, "uzun süredir bekliyorum, tek bir araç bile geçmedi. Kente gidiyorsanız beni de alabilir misiniz?" Adam sağ kapıya doğru uzanıp kilidi açtı. Teşekkür ettim. Rica ederim, dedi. Tok, etkileyici bir sesi vardı. Bir süre konuşmadık. Arabanın içine yayılan hafif müzik sileceklerin hareketine büyülü bir hava veriyordu. Suskunluğu bozmak için, "burada mı oturuyorsunuz?" dedim. "Hayır" dedi. Yeniden sustum. Işıklardan sağa sapınca dönüp adama baktım.


Uzun, iç içe geçmiş binaların silüetlerinin arabanın arka penceresinde kayboluşunu izleyerek sorumu yineledim: “Kente gitmiyor muyduk?” Uzun bir sessizlikten sonra adam konuşma nezaketini gösterdi: “Çok kısa bir işim var. Eğer acelen varsa yolun kenarında seni indirebilirim ama bu saatte şehrin dışında araç bulabileceğinden çok emin olma.” Benim için oldukça gergin bir durumdu. Ancak inmek istemiyordum. Tuhaf bir şekilde o arabada olmak hoşuma gidiyordu.

“Sigara içmem problem olur mu?” diye sordum. Adam gözlerini yoldan ayırmadan benim tarafımdaki pencereyi açtı. İçeriye serin sonbahar havası doldu. Sağ bacağıma tek tük yağmur damlaları çarpıyordu. Sonbaharda bu kadar yağmur güzel bir kış vadetmiyordu. Sigaramı yakıp yolu seyretmeye devam ettim. “O seni öldürür.” dedi adam. “Sigara değil mi? Biliyorum ama ne zaman bırakmayı denesem hüsranla sonuçlanıyor.” dedim gülerek. Adam tek eliyle kapıyı işaret edip “Kapıdan bahsediyorum. Tam kapanmamış.” dedi adam sesindeki ciddiyeti koruyarak. Sigarayı dudaklarımın arasında bırakıp kapıyı hızlıca açıp kapadım. Şehirden iyice uzaklaşmıştık. Nereye gittiğimiz hakkında hiçbir fikrim yoktu. İnmek isteseydim bile çok geç kalmıştım.
***
Kadın ağlayarak eski iki dostuyla çektirdikleri fotoğrafı elinden bıraktı. Bardağını sehpanın üstünden alıp içinde ne kaldıysa içip ağlamaya devam etti. Evine gitmek için dışarı çıkan dostuna her şeyi anlatamamak, çocukluk anıları hakkında bile yalan söylemek, kendi hayatının da yalandan başka bir şey olmadığını düşünmesine yol açıyordu. Topallayarak telefonun durduğu sehpaya kadar gitti. Telefonu eline alıp hayatından çıkmasını asla istememiş olduğu bir başka dostunu aradı.
- Yaklaşık yarım saat önce yolladım onu.
- Güzel. Ağlıyor musun?
- Evet. Bu çok...
- Başka türlü olamazdı. Yaptığında kusur arama. Yıllar önce birbirimizi çok incittik ama asla kötü niyetli değildik. Şimdi de farklı bir şey yapmıyoruz. Yalnızca kötü bir şaka.
- Anlamıyorsun, onunla konuşmaya çalıştım. Onu uyarmak istedim. Gerçekten burada kalmasını istedim.
- Biliyorum. Hiçbirimizin bu duruma düşmesi gerekmiyordu ama oldu. Gidip biraz uyumaya çalış. Kendini fazla hırpalama.
- Lütfen yapma! Ben de onu senin kadar sevdim!
- ...
- Ben de onu senin kadar sevdim...
- İyi geceler.
- Hayır, lütfen...
Kadın kısa bir süre ıslak gözlerini telefona dikip sessizce bekledi. Saniyeler geçtikçe ellerindeki durduramadığı titreme telefonu parmaklarının arasında tutamayacağı kadar arttı. Telefon yerde duran eski fotoğrafın üstüne düştüğünde kadın yatak odasında tuttuğu silahı ağlayarak şakağına dayamak için çoktan koşmaya başlamıştı.
***
“Daha ne kadar gideceğimizi sormamın bir mahsuru var mı?” diye mırıldandım. Direksiyonun başında oturan adamı herhangi bir biçimde rahatsız etmek istemiyordum. Çalan müzik, arabanın içini aniden kaplayan hoş koku, yağmur damlalarının çıkardığı arabanın camlarında kendini tekrar eden tıkırtı, yanımda oturan adam... hepsi bir araya geldiklerinde sebebini açıklayamadığım nostaljik bir duyguya kapılıyordum. “Çok kalmadı. Bir şeyler almam gerekiyor.” dedi adam. Sesi hala beni rahatlatıyordu. Çalan müzik gittikçe daha güzel geliyordu. Çalan şarkının ne olduğunu sordum. “Bilmemene şaşırdım. A Thousand Kisses Deep. Eminim daha önce duymuşsundur. Yalnızca hatırlamıyorsundur.”
“Evet.”dedim. “Sanırım yalnızca hatırlamıyorum.”

Kısa konuşmamızdan aşağı yukarı beş dakika geçmişti ki eski bir benzincinin yanında durduk. Adam arabada beklememi, işinin çok kısa olduğunu söyleyip arabadan indi. Pencereden dışarıyı seyretmeye başladım. Şehrin dışına pek çıkmadığım için bulunduğumuz mekan çok eskiden gördüğüm bir rüya gibi geliyordu. Solumuzda uzanan tepeleri yalnızca, lüks otellerin yüksek katlarından ufukta uzanan devasa silüetler olarak gördüğümü hatırlıyordum. Yakından çok daha görkemlilerdi. Tekrar benzinciye dönüp arkasında uzanan denizi seyrettim bir süre. Eskiden çok sevmeme rağmen artık hiç yüzmediğimi farkettim. Gözlerimi benzincinin açılan kapısına çevirdim. Arabanın sahibi elinde bir teneke benzin ve ufak, bez bir torbayla dışarıya çıktı, uzun ve çirkin bir adam da onu takip etti. Uzun boylu adam, sürücü arabaya doğru gelirken kapının biraz ilerisinde durup ellerini beline attı. O mesafeden bile her nasılsa göz bebeklerini seçebiliyormuşum gibi hissediyordum. İki saniye... yalnızca iki saniyeliğine gözlerini bana çevirdiğini gördüm. Sıcak arabanın içinde, sürücü tekrar yanıma oturana kadar, soğuk bir rüzgar beni esir aldı. Gözlerimi başka bir yöne çevirebildiğimde, dikiz aynasından bembeyaz kesilmiş yüzüme baktım. Rezalet görünüyordum. Sürücü o esnada benzin tenekesini bagaja atıp tekrar yerine oturmuştu. Elinde ufak, maskot gibi görünen, bez bir bebek vardı. Dikiz aynasına boynundan asılmış olan bez bebeği indrip yerine yeni aldığını astı. Arabanın içindeki koku aniden artıp burnumu sızlattı. Hafifçe başım dönmeye başlamıştı. Şarkı, az önce dinlediğimiz, yine çalıyordu ama bu sefer eskisinden çok daha tanıdık geliyordu. Melodiye eşlik edebilmek için sağ elimin işaret parmağını hafifçe bacağıma vurmaya çalıştım ama her denememde ritmi kaçırıyordum. Sürücü motoru çalıştırıp gaza bastı. Araba homurdanarak kalkarken ona dönüp sordum: “Buradan geri dönmeyecek miydik?” Sürücü yola bakarak mırıldandı: “Hayır. Ufak bir işim daha var, sonra şehre döneceğiz.” İçimden inmek geliyordu ama vücudum kendini bırakmaya başlamıştı. Zaten kafam da çok karışıktı. Anlamıyordum ve beynimin tozlanmış bir köşesinden bir şeyler dışarıya çıkmak istiyordu.
***
Üç arkadaş, omuzları birbirlerine yaslanmış, patlayan bir flaşa karşı gülümsüyorlardı. Arkalarında uzanıp giden deniz ay ışığında, hoş bir yumuşatıcı kokusu yayan, pürüzsüz ve serin çarşaflara benziyordu. Elinde fotoğraf makinesi olan çocuk makineden çıkan resmi alıp sallayarak karşısında poz veren kız arkadaşı, en yakın dostu ve arkadaşının sevgilisinin yanına gitti. Fotoğrafa bakarken gülümsüyorlardı. Sıkıcı hayatları için oldukça sıradışı o gecenin güzel bir anısı...

Direksiyondaki çocuk arka koltuktaki arkadaşının lafına gülerek ağzındaki sigarayı yaktı. “Fotoğrafta yoksun diye bu kadar huysuzlanacağını bilsem ben çekerdim yaa resmi.” diyerek dikiz aynasından arka koltukta birbirine sarılmış çifte göz attı. “Lan sana içme şu boku diyorum, sen bana hala fotoğraf diyosun! Yakalıycak baban sonra sıçıcak ağzına bi gün!” diye sesini yükseltti arkada oturan oğlan. “Oğlum arabayı götürüyorum adam farketmiyo, sigarayı nerden anlıycak?” diye hafif yavşak bir tavırla cevapladı direksiyondaki. Yanında oturan sevgilisi gülerek dinliyordu muhabbeti. Biliyordu; oğlanın bir hayatı daha olsa şimdi yaptıklarını tekrarlamakla geçerdi.

Genel olarak düşünüldüğünde güzel bir geceydi. Arkadaki kızın gözleri devamlı olarak direksiyondaki oğlana kayarken sevgilisinin, gövdesini saran kolları O'nun kollarına dönüşüyor, dudaklarına kısa süreli olarak temas edip, oyuncu bir biçimde geriye kaçan dudaklar O'nun dudakları oluyordu. Önde oturan kız olan bitenden haberdardı ama kimseyi duygularından ötürü yargılamamak, insanları hayran bırakan özelliklerinden yalnızca biriydi. Mutlu bir geceydi. Kazadan önce başlayan yağmur, araba karşılarından gelen kamyondan kaçınmaya çalışırken arabanın kaymaya başlayıp kamyonun altına girmelerine sebep olana kadar, geceye zaten olduğundan bile romantik bir hava katmıştı. Yağmur şiddetliydi ama doğal olarak tutuşan arabayı söndürmedi. Rüzgar yanmış et kokusunu, huzurunu bozduğu denizin üzerinden uzaklara taşıdı.
***
Vücudumu arabanın kapısına dayamış nefes almaya çalışıyordum. Tüm duyularım birbirine girdiği için nerede olduğumu algılamakta zorlanıyordum. Kusmamak için dişlerimi, hafifçe kanatacak kadar sıkmıştım ama o sırada başka bir acıyla boğuşmakta olduğumdan çenemin sızlaması umrumda değildi. Sırtüstü, asfalta uzanmış önümde yanan arabayı seyrederken, kulaklarıma dostlarımın çığlıkları doluyordu. Gözlerimi kapattıkça daha da gerçek, daha da kaçınılmaz bir hale geliyordu görüntüler. Yüzüyle iki farklı kişiyi eşleştirdiğim güzel bir kız önümdeki enkazdan dışarıya sarkmış bağırıyordu. Bacaklarından bahsettiğini duydum. Belinden altını, enkazdan dışarı çıkarmaya çalışıyordu. Alevlerin içinde iki silüet titreşerek kayboluyorlardı. Görüntüler yavaş yavaş yokolurken, tekrar beni terk ettiklerini mi yoksa bu kez temelli olarak almaya geldiklerini mi anlamaya çabalıyordum.

Araba eski bir evin önünde durduğunda vücudum tümüyle uyuşmuştu. Koku burnumdan içeri dolup damarlarımda geziyor, bedenimin her bir santimini eski, unutulmuş bir acıyla kaplıyordu. Sürücü dışarıya çıkarken inmemi söyledi. Zaten son yarım saattir inmek istiyordum ama kapıyı açacak güç ellerimi terk edeli çok zaman geçmişti. Yaslandığım kapıyı açtığı zaman bedenim yavaşça ıslak toprağa çarptı. Gözlerimi kısmış soğuk havanın bedenimi kaplamasını hissetmeye çalışıyordum. Burnumun dibinden kaybolan koku, yerini keskin bir acıya bırakmıştı. Yavaşça ellerimi hareket ettirip yüzüstü dönmeye çalıştım. Kendimi sağ yanıma devirip, yanağımı çamura bulayınca hemen suratımın önünde duran iri, siyah botları gördüm. Hafifçe vücudumu yerden kaldırıp bir süre çamuru seyrettim. Bu şekilde durmak, mideme çok yardımcı olmadı. İyice tükenene kadar kustum. Başımı hafifçe eğerek dirseklerimi yere yasladım ve biraz daha kendime gelmeyi bekledim. Neyse ki sürücü benim kadar sabırlı değildi. Dirseğimden tutup, yüz yüze gelebileceğimiz kadar doğrulmamı sağladı ve vücudumu omzuna yaslayıp, eve doğru götürmeye başladı beni. “Gel.” dedi, sert ama sakin bir sesle. Nereye gittiğimizi sordum ama cevabını pek tatmin edici bulmadım: “İçeri.” Bomboş, tozlanmış evin içi kupkuruydu. Ahşap zemin attığımız her adımda çatırdayıp inliyordu. Merdivenlerden yukarı çıkarken gözlerim adamın yüzündeydi. Yaşarmış gözleri, gövdesine yaslı duran gövdemde hissettiğim kalbinin hızlı atışlarını ele vermiyordu. Hiçbir yorgunluk belirtisi göstermeden beni ikinci kattaki bir odaya götürdü.

Karanlığın içinde, yanan bir mum ve mumun hemen arkasında bağdaş kurmuş, elindeki fotoğrafı seyreden bir kadın oturuyordu. Kapı açılınca kadın kafasını kaldırıp uzun uzun, omzumu yasladığım adama ve bana baktı. Yüzünden aşağı, üstüne giydiği elbiseden içeri yayılan yanıklar, üzerlerine düşen azıcık ışığın altında gölgeler oluşturuyordu. Yıllar önce, yanan bir arabanın içinde titreşen silüeti gözlerimin önüne yerleşmiş, karşımda duranın kim olduğunu anımsamamı sağlıyordu. Ancak ne her yanını değiştirmiş alevler, ne de kötü anıları ortadan kaldırıp yeni anılar yaratan zaman, ben ağzımda duran sigaranın dumanını solurken direksiyon sallayışımı seyreden güzel, kocaman kocaman bakan gözlerini değiştirememişti. Kadın bana bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açıp titredi. Yüzünü beni ayakta tutan kardeşine (o adamı birisine benzettiğimi biliyordum.) çevirip, ergenliğin verdiği çatlamaları çoktan geride bırakmış sesiyle konuştu: “Bizi yalnız bırakabilir misin?” Koltuk altımdan çekilen kolun yokluğunda yere düştüm. Eski dostum odadan çıkmakta olan kardeşine tekrar seslendi: “Artık işini bitirip evden çıkabilirsin.” Kardeşi ağlayarak itiraz etmeyi denediyse de ablasının yalvaran bakışlarla lütfen demesi onu durdurdu. Kapı arkamdan kapanırken başımı kaldırıp sevgilime baktım. Eski günlerime tekrar kavuşmuş zihnim ona her bakışımda suçluluk duygusundan çıldırmanın eşiğine geliyordu ama gözlerimi ayıramıyordum. Hala; yıllar sonra hala çok güzeldi. Hayattaki her şeye karşı büyük bir sevgiyle dolu olan sesi odada çınladı: “Yanıma gelsene. Ne bekliyorsun.” Hala ayağa kalkamıyordum ama dizlerimin üstüne yükselip tüm gücümle emeklemeye başladım. İlerlediğim her santimde aşağıdan gelen sesleri duyabiliyordum. Kardeşi evi benzinle yıkıyordu. Olacakları biliyordum ama zaten artık sahte hayatıma dönemezdim; anımsadıklarımla imkansızdı. Her saniye bir öncekinden daha da güzel, daha da kutsal olan sevgilim elini kaldırıp beni durdurdu. Kendimi bırakıp tekrar karnımın üstüne yattım. Gülümseyerek, yürümek istediğini söyledi ve binbir güçlükle ayağa kalktı. Bacaklarına baktım. Kötü durumdaydılar. Yalpalayarak birkaç adım attım ve yüzüstü yere kapaklandı. Yüzü benim yanağımın yaslı olduğu yerin tam yanında duruyordu. İkimiz de zorlanarak doğrulurken evin içi inanılmaz sıcak olmuştu ve her yerden yanık kokusu geliyordu. Yavaşça birbirimizi sardık ve kulağıma fısıldadı: “Aslında o alevlerin amacı bizi ayırmak değil, sonsuza kadar bir araya getirmekti.” Yanağım, yanağına yaslı; sessizce cevap verdim: “Biliyorum.” Evin dışından alevleri izleyen kardeşinin çığlık çığlığa ağladığını duyabiliyordum. Yavaşça sıcak, ahşap zemine uzanıp gözlerimi kapadım. Alevlerin içinde uzanmış, haftalarca susuz kalmış bir adamın kurumuş boğazını serin suyla ıslatışı gibi ruhumu geçen her saniyede uzun uzun, açlığını çektiği duygularla beslenmeye bıraktım.
***
Dört arkadaş, asla ayrılmayacaklarını bilmenin getirdiği mutlulukla arabaya bindiler. Direksiyona geçen oğlan radyoyu açıp, sesi yükseltti. Yanında oturan kız bir süre şarkıyı dinledikten sonra sordu: “Bu çalanın adını biliyor musun? Çok güzel.” Direksiyondaki oğlan, kıza bakıp kafasını tekrar yola çevirdi. “A Thousand Kisses Deep. Kesin duymuşsundur ama hatırlamıyorsundur.” diye cevap verdi oğlan ve arabayı kullanırken bir yandan da şarkıya eşlik etmeye başladı. Kız düşünceli bir biçimde yola bakarak mırıldandı: “Evet. Muhtemelen duymuşumdur ama hatırlamıyorumdur.”

25 Kasım 2008 Salı

Son

Uykumda, herkes tarih tutmayı bıraktıktan çok sonraki bir tarihe gittim. Dünya'nın ötesine, bilinen ve bilinecek her şeyin ötesine, kendimin ve olduğum her şeyin ötesine, tek ve gerçek sona gittim. Sonun bittiği, diğer her şeyle birlikte yok olduğu o yere gittim.

Boşlukta asılı kalmak gibi bir tanımı senin durumun için yapmadılar. Aslına bakarsan senin durumun için hiçbir tanım yapmadı bizden daha akıllı insanlar çünkü senin durumun insan bilgeliğine açık değildir. Sen yalnızca varsındır ki aslında izlediğin görüntüden başka gerçek olmadığını düşünürsek sen de diğer her şey gibi, boşluk diye adlandırabileceğimiz hiçliğin içinden sana gelen sözlerim gibi yoksundur.

Boşluk? Kimisi onu görebiliriz zanneder.


Gaz odalarını düşünürsün. Bir an derince bir soluk alırsın ve bir bakarsın ki... aslında yanlış anladığımız ne çok şey varmış. Durumunla gaz odaları arasında ilişki kurmaya çalışman sana salakça gelecektir ama merak etmemen gerekir çünkü aslında akıllıca diye düşünülen şeylerin sonu salakça olanlarla aynıdır. Her şey öze döner ve sen izlersin. Sen Gözlemci'sin.

Nasıl ki canlıların ömürleri birbirlerinden farklıdır, göreceliliğe uygun olarak algılayışlarının da farklı olduğu farz edilir. Eğer gerçek bir son varsa, ellerinde olan zamanı az bulacak olan canlıların hiç mi hakları yoktur? Eğer gerçek bir son varsa hak denen bir şey olabilir mi? Haklar için “son”un ne kadar geçerliliği vardır? Eğer gerçek bir son varsa Tanrı ne işe yarar? Son olduğu sürece Tanrı'nın sonu olmuş olmamış ne fark eder? Bir şey için son aslında tüm evreni kapsar. Bir şey yok olursa her şey yok olur. Eninde sonunda.

İlk günleri düşünürsün. Her şeyin nasıl başladığını. O da oradadır. İlk an seni bekler. Eksi sonsuza bakabilirsin. O da Çember'in içindedir. Artı sonsuzun yanı başında. Arası? Senin özlediğin her şey oradadır. Aramana gerek yoktur çünkü bilirsin, her şey senin aklındadır, aklınsa Çember'e yayılmış görülmeyi bekler. Tanrı'yı ve insanların var olabilmek için var ettikleri diğer kavramları. Soyut? Her şeyi bir araya topladığın zaman hiç bir kavram soyut değildir. Hepsinin yoktan var edilmeleri gerekir...ki varken yok edilebilsinler.

Dilek tutabilmeyi isterdim ama artık geç kalmıştım. Dileklerim o anda gerçekleşecek materyale sahipken, dilek tutmamı sağlayan materyal benim değildi.(“When all of your wishes are granted, many of your dreams will be destroyed”)


Düşünebilirsin, istediğin kadar kendini zorlayabilirsin ama biliyorsundur ki aslında kimsenin dileği bu değildir. Bilirsin ki her insan boşluğu bir an için bile olsa dilemiştir ancak aklında belirgindir (Ne kadar uzak ya da ne kadar yakın olduğunu bilmezsin ama fark etmez, durduğun yerden görebilirsin.) , boşlukla kimse “bunu” kastetmemiştir. Burada huzur yoktur, huzur “yok olur”.Acı seninle kalsın istersin ancak o seni çoktan terk etmiştir. Son çare olarak başkalarının Tanrılarını ararsın ancak bilirsin ki hepsi de senin gibi huzuru bu şekilde dilememiş olanlardandır.

Her şey tek noktada toplanmaya gidiyordu. Adım adım her şeyin başlangıcına yaklaşıyor, çemberi tamamlayıp “içlerindeki ışığı” ortaya koymak için yanıp tutuşuyorlardı.


Baktığın zaman Çember'in içi sana hüzün verir. Her şeyi izlerken elinde farklı bir bilinç vardır ancak SON zaten her türlü bilincin, bedenin, dinamiğin, kanunun, kanunsuzluğun, düzenin, kaosun, artı ve eksinin aynı olduğunu anlatır. Anlatımı var olabilecek hem en sade hem de en karmaşık öyküdür. SON çelişkiye bir övgü ve bir yalanlama, en nihayetinde ise yalnızca umursamaz bir jesttir.

Sonsuzluğun ardındaki boşluğun ortasında bir hale, varlığın ve yokluğun ışığından oluşmuş bir Halka...bekliyor. Yok olmak istiyor ama önce var olanın onu var etmesi gerekiyor.


Bakarsın ve görürsün, her şey sona eriyordur. Zaman çoktan ölmüştür ancak artık yok oluşunu seyredebilirsin.

Sonsuzluğun başlangıcından sonra madde biçim değiştirerek evren olur. Evren sürekli olarak değişir, canlılar(evrenin kendini özel sanan uzantıları) olur. Canlılar her adımda farklı biçimlerde düşünmeyi, inanmayı, yaşamayı öğrenirler. Evrene kendilerinden parçalar ekler, Tanrılar için Tanrılar olurlar. Kendi zihinlerinden parçalarla inanacak efsaneler yaratır, evrenin değişkenliğine katılırlar. Birbirlerini bazen sevinçle, bazen kederle ancak çoğu zaman öfkeyle değiştirir, farklı sistemlerin parçaları haline getirirler. Kendilerinin kıyametleri yine kendileri olurlar ve evreni son ana kadar anlayamazlar. Canlılar ilk zamanlarına gittikçe birbirilerine daha çok benzerler. Adım adım en başa dönerler.

Gözlerimi çevirdiğimde yine başlangıç noktasına döndüler. Bitişi izlemek zorundaydım. Nereye bakarsam bakayım, 0 noktası oradaydı.

Bilirsin ki efsaneler yok olur. Zaman artık maddeleşmiştir ama bilirsin ki onu yakalayabilmek için çok geçtir. Geç? O da önündedir. Diğer tanrılarla birlikte, Halka'nın içinden sana gülümser ve ağlar ve iğrenir ve ölür.

Yarattıklarım oradaydı, sen ve benle birlikte. Yarattıklarıım büyük ve küçük eserlerin arasında, her zamankinden, senden ve benden ve tüm evrenden daha gerçek bir biçimde gözlerime bakıyorlardı. O anda kendi ruhuma baktım. Karanlık ve ışık, el ele bana bakıyorlardı.

“Çağları devirip, çağları bahşeden Akıl” senin varlığını hep tanımıştır. Hep hissettiğin o itici güç artık karşında durmuş seni kaçınılmaza hazırlamaya çabalamaktadır. Tıpkı “rüyalarından asla vazgeçmeyecek nesil” geldiğinde olduğu gibi. Yok olmak üzereyken ölümsüzlüğü tadarsın. Artık korkular yoktur. Mutluluk yoktur. Sana Halka'nın içinden son bir kez el sallarlar.

Sonsuz biter.

Yoktan var olan evren, tekrar yok olur.

Sen yalnızca izlersin.

Sen Gözlemci'sin.

24 Kasım 2008 Pazartesi

Kötü Bir Gece

Eski bir bar. Pek müşteri alıyormuş gibi görünmüyor. En iyi günlerinde bile içerisinin insanlarla dolup taştığını zannetmiyorum. En sevdiklerimdendir böyle barlar. Nezaketi, sevgiyi, dosluğu, hayalleri dışarıda, kilometrelerce ve yıllarca uzakta bırakmış olmanız gerekir içeri girebilmek için. Oraya konsantre olmanız, hiçbir şey beklememeniz ve en önemlisi, hayatınızın o anında orada olmaktan başka bir şey beklememeniz gerekir kendinizi süregelen eziyetten bir an için bile olsa koparabilmeniz için. İçkinizi ya çok yavaş içersiniz ya da çok hızlı. Tezgahın arkasında, sadece çalışanların girdiği bir odadan loş barın içine sakince beyaz bir ışık sızar ve ciğerlerinize ucuz sigara dumanı dolar. Gözleriniz yaşarır belki ama merak etmeyin, kimse sizin oturduğunuz tarafa dönüp bakmaz. Gözyaşlarınızı saklamanıza gerek yoktur çünkü herkes kendi payına düşen gözyaşlarını ya dökmüştür ya da halen döküyordur. Otuzlarında, kırklarında yaşlanmış insanlar görürsünüz. Tuvalete gidip aynaya bir bakarsınız. Merak edersiniz; 'Bu pislik benim suratımı mı çevreliyor yoksa aynayı mı?' Tuvaletten dışarı adımınızı atınca çevrenize saçılmış yüzlere bir göz gezdirince pisliğin bu yüzlerin en güzel yönü olduğunu görürsünüz. Eğer yüzünüz harap bir barın çürümüş tuvaletindeki aynada her zamankinden daha güzel görünüyorsa anlarsınız; siz gerçekten de oraya aitsiniz.

Yine bir gece, içeri girerken ismine bakmadığım bir bardayım. İsimlere bakmayı keseli çok oldu. Zamanlar ve mekanlar artık karmakarışık oldular. Yüzler ve anılar karmakarışık oldular. Kelimeler ve cümleler karmakarışık oldular. Artık hatırlayabildiğim tek yer yol. Uçsuz bucaksız, bir sigaranın gri dumanı gibi kıvrılıp giden soluk bir yol. Ve şimdi bir durak daha. Adını öğrenmeye üşendiğim eski bir bar.

Kırmızı bir kumaşla kaplanmış içki raflarının arkası. Orada oturanlardan hiçbiri kendi yüzünü görmek istemiyor, bu yüzden akıllıca buluyorum bu kararı. Tezgah boydan boya yaralarla kaplı. Üstüne isimler, numaralar, boktan kitapçılardan ucuza alınmış (muhtemelen yazarının bile adını hatırlamadığı) kitaplardan sözler, mağara resimlerini şaheser gibi gösteren tuhaf çizimler ve saydığım diğer şeyleri utandıracak derecede yaratıcı küfürler karalanmış. İçerideki herkesin bu sanat eseri barın her köşesini çoktan ezberlediğini adım gibi biliyorum. Hepsinin kafalarını önlerine eğip içkilerini yudumlayışlarından anlaşılan en bariz şey buralı oldukları. Aksi olsaydı herbirinin en az bir kez garson kızın kıçına göz atmaları gerekirdi. Kız pek model olacak materyale sahip olmasa da bu tarz bir yerde çalışacak tip değil. Muhtemelen para biriktirip, mutfakta çalışan, şehire gidince daha güzel ve muhtemelen biraz da parası olan bir kız için onu terkedecek bir oğlanla kaçma hayalleri kuruyor. İnsan sarrafı olduğumu söyleyemem ama aynı şeyleri kırk kez gördükten sonra yavaş yavaş tüm dinamiği çözmeye başlıyorsun. Hem bir zamanlar ben de o oğlandım ama bu konu üzerinde durmak istemiyorum. Gözlerimi diğerlerinden barmene çeviriyorum. İri yarı sert görünümlü bir adam. Saçları uzun ve katran kadar siyah, omuzlarından aşağıya, neredeyse dirseklerine kadar iniyorlar. Sert ve geniş bir çeneye sahip. Yamuk bir burun, çok darbe yemiş. Cüssesine bakılırsa her bir darbenin karşılığını fazlasıyla vermiş. Kaslı kolları yaralarla bezenmiş. Eminim boş zamanında bebek iskeletleri yiyip testesteron işiyordur. Elinde ise...pek sık görmediğim bir görüntü! Kasları tüm maskülenliğiyle gerilmiş, sırtını duvara vermiş Cosmopolitan okuyor. Bunu uzunca bir süre hatırlayacağımı tahmin ediyorum. Gözlerim yanımdan geçen garsonun bacaklarına son bir kez takılıp yine bardağıma dönüyor.

Üçüncü bardağıma başlarken içeri ihtiyar sayılabilecek birisi giriyor. Göbeği gövdesinden sarkmış, kasıklarının üstünde duruyor. Eski ve pis gömleğinin üstüne çirkin bir ceket geçirmiş, kafasında eski bir şapkayla içeriye göz atıyor. Açık renk sakalları şükürler olsun ki çirkin sıfatını dünyadan saklamayı beceriyor. Henüz gelmemiş birisini aradığını, yanımdaki boş taburelerden birine oturmak yerine 4 kişilik bir masanın köşesine geçmesinden anlıyorum. Pencerenin yanına oturmuş dışarıyı seyrediyor. Kötü bir misafir bekliyor. Garson tiksintiyle yanına gidip siparişini alıyor, barmen ise dergiyi bırakmış adamı süzüyor. Tanıştıkları belli barmenin bakışlarından belli. Garson hızlıca adamın önüne kahvesini bırakıp, yanında gereğinden fazla vakit geçirmemek için hızlıca uzaklaşıyor. Adam kahvesinin içine şekeri boca edip somurtarak misafirini beklemeye devam ediyor.

Daha üçüncü bardağım bitmeden bir oğlan içeri giriyor. Üstüne, hayatımın kısa bir döneminde aldığım varlığın kokusu sinmiş. Yakışıklı yüzü en kaliteli traş losyonlarının kokusunu taşıyor. Uzun boyu ve kaslı yapısıyla cennetten, biz sefilleri doğru yola sokmak ya da sonsuza dek karanlığa hapsetmek için inmiş bir melek gibi görünüyor. Üstün insan. Gerçek bir avcı. Bara hızlıca bir göz atıp avını buluyor.

“Ee? Buraya gelmenin sızlanmaktan başka bir sebebi var mı yoksa sen lafını bitirene kadar okumak için bir şeyler mi almalıyım?” diye konuştu ihtiyar, gergin ve sinirli sesiyle. Konuşurken masanın üstüne tükürük yağdırıyordu. Sapsarı dişleri her kelimesinde asap bozucu bir biçimde görünüp kayboluyorlardı. “ Buraya niçin geldiğimi çok iyi biliyorsun.” dedi oğlan. Sesi ciddi ve kararlıydı. İstediği her neyse alacktı, kesindi.

- Bu meseleyi annenle kırk kere konuştuk. Cevap belli, buraya kadar gelmene gerek yoktu. Telefonda da hayır diyebilirdim sana.
İhtiyar sinirli bir biçimde ayağa kalkıp, oğlan geldiğinde çıkarıp kenara attığı cekedini eline aldı. Tam oturduğu yerden çıkacakken oğlanın sesi adamı durdurdu.
- Otur yerine. Gerekirse zorla burada tutarım seni.
- Kim sanıyorsun sen kendini? Dayak yemeğe mi geldin buraya?
- Otuz yaşındayım. Bildiğim kadarıyla tek kabiliyetin küçük çocukları ve hasta kadınları dövmek.
Oğlanın sesi fazla yüksek olmasa da tüm bar ne dediğini duyabiliyordu. Benden başka kimse ilgilenmiş görünmüyordu. Doğru tahmin; bardakilerin hepsi buralı. İhtiyar yerine geri oturdu.
- Saçma sapan konuşmaya başlama. Sizin için neler yaptığımı çok iyi biliyorsun. İki tokat için zırıldanmana gerek yok.
- Hayır baba, bana yaptıkların zerre umrumda değil. Kardeşim için de gelmedim. O meseleyi daha sonra halledeceğiz. Buraya intikam için gelmedim. Sadece O'nu yanımda götürmek istiyorum.
İhtiyarın sesi alçaldı. Ancak her zamankinden daha öfkeliydi.
- Başlatma şimdi kardeşine! Yaptığı şey kendi seçimiydi!
- Kardeşim hakkında konuşmaya gelmedim. Beni sinirlendirme.
- O sürtük annen için geldin anladık! Ondan bahsetmek istiyorsan bahsedelim ama kardeşin hakkında bir şey duymak istemiyorum!
- Sen bilirsin.
Oğlanın sesindeki kontrol bir anlığına gitmişti. Babasına karşı duyduğu öfkenin hissettiğim o ufacık kısmı bile kanımı dondurmuştu. Neden bunları dinlediğimi bilmiyordum. Bütün bu sohbet tuhaf bir şekilde beni rahatsız ediyordu.
- Annenden bahsetmek istiyorsun...
- Evet. O nasıl? Kendisine sormak isterdim ama telefonlara cevap vermesine izin vermiyorsun sanırım.
- Benim evim, benim telefonum. Benden başkası cevap veremez.
- Senin evin? Hala aynı masalı mı anlatıyorsun?
- Birlikte kaldığın o kodaman gibi kıçımı paraya silmiyorum ben! Günü gününe, dişimle tırnağımla kazandığım parayla yaşıyorum! Evet orası benim evim ve bana ait olan tek yerde de benim kurallarım geçer!
- O kodaman dediğin adam senin asla yapamadığını yaptı. Annemle ayrıldıkları gün hiçbir şeyimiz yoktu ve yine de beni sevdi. İnsan olmanın paradan gelmediğini gösterdi bana.
- Kardeşinle senin kıçınızı silerken hiç şikayet etmiyordun ama!
- Gerçekten sohbeti buraya getirmek istiyorsan...
- Hayır dur! Üzgünüm.
İhtiyar çok rahatsız görünüyordu. Oğlan ise hala sakin, hala güçlüydü. İhtiyar alçaldıkça oğlan daha da büyüyordu. Her ne olduysa ihtiyar da masum olduğuna inanmıyordu ve o zavallı, alçak sıfatı bende yavaş yavaş tuhaf bir acıma duygusu uyandırmaya başlamıştı.
- Annemin hastalığı nasıl?
- Kötüleşti. Artık ev işlerini yapamıyor.
- Çok yazık di mi?
- Ukalalık etme.
- Annemin benimle gelmesini istiyorum. Onu düzgün bir doktora götürebiliriz. En azından onu biraz olsun mutlu edebiliriz.
- Eminim o kodamanın altına yatmak onu mutlu eder.
- Ağzından çıkan laflara dikkat etmezsen canın yanacak.
Oğlanın sesi titremişti. İhtiyar da titredi.
- Annen hiçbir yere gitmiyor. Burada benimle kalacak.
- Onsuz dönmek için gelmedim buraya. Neden ona işkence etmeye bu kadar meraklısın?
- Çünkü bana söz vermişti! Her zaman beni sevecekti!
- Anlamıyorsun değil mi? Söz verdiği adamın artık gittiğini göremiyorsun değil mi?
Artık konuşma düpedüz rahatsız edici bir hal almıştı. Daha fazla dinlemek benim için en doğru karar değilmiş gibi geliyordu.
- Hiçbiriniz bahane uydurmaktan başka bir şey yapmıyorsunuz! Sen doğmadan önce annen olacak kaltak o adama zaten aşıktı. 30 yıl boyunca çektiğim onca şeyden sonra beni suçlu gibi göstermekten başka yaptığınız hiçbir şey yok!
- O 30 yılı hepimiz seninle birlikte yaşadık, senin suçlu olduğunu göstermemize ihtiyaç yok ki. Bunu herkes biliyor. Yaşadığın yerdeki insanların sana bakışlarını göremiyor musun? Bize yaşattıklarının farkında değil misin?
- Ben yalnızca elimden gelenleri yaptım!
- O zaman elinden gelenler konusunda yanlış fikirlere sahipsin.
- BENİ ARTIK RAHAT BIRAKIN!
Masalarına kasvetli bir sessizlik çöktü. Barmen elindeki bardağı sertçe bara bırakıp masaya seslendi: “Bir sorun mu var?”. İhtiyar sessizliğini bozdu: “ Hayır. Hayır bir problem yok.”. Kendimi hiç iyi hissetmiyordum. O şerefsizin ne yaptığını bilmiyordum ama her ne halt yediyse bir (muhtemelen bir kaç) yerde çok kötü bir hata yapmıştı. Çirkin suratından, artık geri dönüş olmadığının farkında olduğu okunabiliyordu. O gece başına ne gelirse gelsin hakedecekti ve bu durum, belki de bana kendi geleceğimi hatırlattığı için çok ağır geliyordu. Taburemden kalkıp kendimi tuvalete kilitlemek ve mümkünse her ikisi de bardan yok olana kadar orada kalmak istiyordum. Ancak her şey bir trafik kazası gibiydi; kafamı çevirecek iradem yoktu.
- Sen de farkındasın. Yaptıklarının nelere sebep olduğunu, neleri mahvettiğinin sen de farkındasın.
- Evet. Evet, biliyorum. Peki sen ne kadarını biliyorsun?
- Ben?
İhtiyarın sesinde çaresizlik vardı artık. Sonunda kabul etmişti.
- Benim için kolay mıydı sence? Hayatını seni asla sevmeyecek bir kadınlageçirmek, o kadınla sevgilisinin çocuğuna bakmaya çalışmak kolay mıydı?
- Suçu üstünden atmaya çalışma. Kardeşim...
- Kardeşinin gidip başına açtığı işleri umursamadığımı mı sanıyorsun? Sizleri bildiğim en iyi şekilde yetiştirmeye çalıştım ama asla bana yardım eden olmadı. Yanında olması gereken tek kişinin her gün gözlerinde yaşla pencereden dışarıyı seyretmesi insanı ne hale getiriyor biliyor musun?
- Sen de onu yola getirmek istedin...
Oğlan adamdan nefret ediyordu. Sesinde biraz bile acıma yoktu. İhtiyarın sesi bozulmaya başlamıştı. Yavaş yavaş çöküyordu.
- Asla böyle olmasını istemedim. Bana yardım edebilecek tek bir kişi bile yoktu.
- Yaptıklarını asla affetmeyeceğim baba. Ne ben, ne annem. Yaşasaydı kardeşim de affetmezdi.
- Biliyorum, biliyorum...
Adam ağlamaya başlamıştı. Daha fazla dinlemek istemiyordum.
- Sana son bir şans veriyoruz baba. Buradan dönerken annem de benimle birlikte gelecek ve sen durdurmak için hiçbir şey yapmayacaksın. Bir daha bizi görmeyeceksin. Bir daha bizimle konuşmayacaksın. Annemin en azından son anlarını mutlu geçirmesini engellemeyeceksin.
- Tamam.
- Elveda baba.
Oğlan masadan kalkıp bara kahve için biraz bozukluk bıraktı. Kapıya doğru giderken adam kafasını kaldırıp kızarmış gözleriyle ona baktı ve konuştu:
- Her şey iyi gidebilirdi. Neden bu hale geldi ki? Neden hiç kimse mutlu olamadı?
- Çünkü sen asla izin vermedin.
Oğlanla adam kısa bir süre bakıştılar. Barda adamın fısıltısı yankılandı: “Özür dilerim.” Oğlan kafasını çevirip dışarı çıktığında adam tekrar fısıldadı: “Özür dilerim.” Fısıltı yavaş yavaş yaşlı bir adamın inlemelerine dönüştü. “Özür dilerim”. Tekrar, tekrar, tekrar ve tekrar.
Gece daha yeni başlamıştı ve ben boğuluyordum.

11 Kasım 2008 Salı

Sophie Will Work It

Uzun zamandır yazı yazamadığımdan, aklıma yazacak hiçbir şey gelmediğinden falan yakınıp duruyorum. Durduk yere naz falan da yapmıyordum bu arada, hakkaten aklıma bir şey gelmiyordu. Ara sıra bir şeyler yazmaya çalışıp da kağıtta gördüğüm saçma sapan cümlelere bakmak, takdir edersiniz ki inanılmaz moral bozucu oluyordu. Blog açmak bir yana, bilgisayarda yazdıklarımı kaydetmiyordum bile. Anlamsız cümlelerden oluşan duygusuz hikaye yumaklarını ne yapayım? Normalde çok güzel yaptığım gibi, içi boş gösteriş yazılarını bile yazamamak çok fena koyuyordu. Kötü yazı bile yazamamak sinirlerime çok pis dokunmaya başlamıştı.

Sonrasında zaten denemekten de vazgeçmiştim. Artık yazı yazmak benim için uzaktan bakılıp imrenilecek bir yetenek halini almıştı. Benden bile kötü yazan adamların altına düştüğümü gördüm. Tanıdığım beş para etmez tiplerin, saçma sapan yazılarını bana okuttuklarında, ben de klasik "Eee... Güzel olmuş yaa ne diyim. Ben hiç yazı yazamam, o yüzden pek anlamıyorum." cevabını verdim. Gerçekten kötü bir his.

Geçtiğimiz haftalardan birindeyse, foruma ilk kayıt olduğum( işte 1 seneyi biraz geçti ) zamanlarda millete karşı sıcak tavırları sebebiyle kanımın bayaa ısındığı bir insanla ilk kez az buçuk muhabbetimiz oldu. Onunla kısacık konuşmamız sonucu tekrar yazmaya başladım ve her ne kadar güzel diyemesem de ufak ufak yazılar yazmaya başladım. Daha önce teşekkür etmiş olsam da burada sana tekrar teşekkür etmek istiyorum Aynî.

Şimdiyse forumda kısa süre tutmuş olduğum günlüğü bırakıp burada, biraz daha benim olan bir yerde yazı yazmaya devam etmek istiyorum. Belki hergün yazarım, belki de ayda yılda bir. Ancak bu kez eminim, geçici bile olsa bir süre daha yazmanın getirdiği hazzı biraz daha tadabileceğim. Umarım yazacaklarım, yazdıklarımdan daha çok hoşunuza gider, ben de beğenilerimiz doğrultusunda ilerleyebilirim.


Belki.
Sophia