21 Aralık 2008 Pazar

'Öykü Procesi'ndeki Öykü

Gecenin bir saati durakta araç bekliyorum. Hiç dinmeyecekmiş gibi kararlı bir yağmur yağıyor. Uzun zamandır görüşmediğimiz, kentin oldukça dışındaki yeni sitelerden birinde oturan arkadaşıma uğramıştım. Konuştuğumuz konular kısa sürede bitiyor, araya uzun sesizlikler giriyordu. Kalmam için çok ısrar etmiş, bu saatte araç bulamayacağımı söylemişti ama ben dönmekte kararlıydım. İkimizin de hissettiği, üzerini örtmeye çalıştığımız olumsuz hava nedeniyle orada kalamazdım. Arkadaşım da ısrar ederken o kadar içten değildi aslında. On dakikadır bekliyorum, ne otobüs geçti ne de taksi. Bir süre daha beklemeye karar verdim, olmazsa arkadaşımın evine dönecektim. İkinci sigaramı da bitirmiştim ki, uzaktan bir aracın farlarını gördüm. El kaldırdım. Yavaşlayıp önümde durdu. İçinde sürücüden başka kimse yoktu. Direksiyonun başındaki adam eğilip bana baktı.

"Afedersiniz," dedim, "uzun süredir bekliyorum, tek bir araç bile geçmedi. Kente gidiyorsanız beni de alabilir misiniz?" Adam sağ kapıya doğru uzanıp kilidi açtı. Teşekkür ettim. Rica ederim, dedi. Tok, etkileyici bir sesi vardı. Bir süre konuşmadık. Arabanın içine yayılan hafif müzik sileceklerin hareketine büyülü bir hava veriyordu. Suskunluğu bozmak için, "burada mı oturuyorsunuz?" dedim. "Hayır" dedi. Yeniden sustum. Işıklardan sağa sapınca dönüp adama baktım.


Uzun, iç içe geçmiş binaların silüetlerinin arabanın arka penceresinde kayboluşunu izleyerek sorumu yineledim: “Kente gitmiyor muyduk?” Uzun bir sessizlikten sonra adam konuşma nezaketini gösterdi: “Çok kısa bir işim var. Eğer acelen varsa yolun kenarında seni indirebilirim ama bu saatte şehrin dışında araç bulabileceğinden çok emin olma.” Benim için oldukça gergin bir durumdu. Ancak inmek istemiyordum. Tuhaf bir şekilde o arabada olmak hoşuma gidiyordu.

“Sigara içmem problem olur mu?” diye sordum. Adam gözlerini yoldan ayırmadan benim tarafımdaki pencereyi açtı. İçeriye serin sonbahar havası doldu. Sağ bacağıma tek tük yağmur damlaları çarpıyordu. Sonbaharda bu kadar yağmur güzel bir kış vadetmiyordu. Sigaramı yakıp yolu seyretmeye devam ettim. “O seni öldürür.” dedi adam. “Sigara değil mi? Biliyorum ama ne zaman bırakmayı denesem hüsranla sonuçlanıyor.” dedim gülerek. Adam tek eliyle kapıyı işaret edip “Kapıdan bahsediyorum. Tam kapanmamış.” dedi adam sesindeki ciddiyeti koruyarak. Sigarayı dudaklarımın arasında bırakıp kapıyı hızlıca açıp kapadım. Şehirden iyice uzaklaşmıştık. Nereye gittiğimiz hakkında hiçbir fikrim yoktu. İnmek isteseydim bile çok geç kalmıştım.
***
Kadın ağlayarak eski iki dostuyla çektirdikleri fotoğrafı elinden bıraktı. Bardağını sehpanın üstünden alıp içinde ne kaldıysa içip ağlamaya devam etti. Evine gitmek için dışarı çıkan dostuna her şeyi anlatamamak, çocukluk anıları hakkında bile yalan söylemek, kendi hayatının da yalandan başka bir şey olmadığını düşünmesine yol açıyordu. Topallayarak telefonun durduğu sehpaya kadar gitti. Telefonu eline alıp hayatından çıkmasını asla istememiş olduğu bir başka dostunu aradı.
- Yaklaşık yarım saat önce yolladım onu.
- Güzel. Ağlıyor musun?
- Evet. Bu çok...
- Başka türlü olamazdı. Yaptığında kusur arama. Yıllar önce birbirimizi çok incittik ama asla kötü niyetli değildik. Şimdi de farklı bir şey yapmıyoruz. Yalnızca kötü bir şaka.
- Anlamıyorsun, onunla konuşmaya çalıştım. Onu uyarmak istedim. Gerçekten burada kalmasını istedim.
- Biliyorum. Hiçbirimizin bu duruma düşmesi gerekmiyordu ama oldu. Gidip biraz uyumaya çalış. Kendini fazla hırpalama.
- Lütfen yapma! Ben de onu senin kadar sevdim!
- ...
- Ben de onu senin kadar sevdim...
- İyi geceler.
- Hayır, lütfen...
Kadın kısa bir süre ıslak gözlerini telefona dikip sessizce bekledi. Saniyeler geçtikçe ellerindeki durduramadığı titreme telefonu parmaklarının arasında tutamayacağı kadar arttı. Telefon yerde duran eski fotoğrafın üstüne düştüğünde kadın yatak odasında tuttuğu silahı ağlayarak şakağına dayamak için çoktan koşmaya başlamıştı.
***
“Daha ne kadar gideceğimizi sormamın bir mahsuru var mı?” diye mırıldandım. Direksiyonun başında oturan adamı herhangi bir biçimde rahatsız etmek istemiyordum. Çalan müzik, arabanın içini aniden kaplayan hoş koku, yağmur damlalarının çıkardığı arabanın camlarında kendini tekrar eden tıkırtı, yanımda oturan adam... hepsi bir araya geldiklerinde sebebini açıklayamadığım nostaljik bir duyguya kapılıyordum. “Çok kalmadı. Bir şeyler almam gerekiyor.” dedi adam. Sesi hala beni rahatlatıyordu. Çalan müzik gittikçe daha güzel geliyordu. Çalan şarkının ne olduğunu sordum. “Bilmemene şaşırdım. A Thousand Kisses Deep. Eminim daha önce duymuşsundur. Yalnızca hatırlamıyorsundur.”
“Evet.”dedim. “Sanırım yalnızca hatırlamıyorum.”

Kısa konuşmamızdan aşağı yukarı beş dakika geçmişti ki eski bir benzincinin yanında durduk. Adam arabada beklememi, işinin çok kısa olduğunu söyleyip arabadan indi. Pencereden dışarıyı seyretmeye başladım. Şehrin dışına pek çıkmadığım için bulunduğumuz mekan çok eskiden gördüğüm bir rüya gibi geliyordu. Solumuzda uzanan tepeleri yalnızca, lüks otellerin yüksek katlarından ufukta uzanan devasa silüetler olarak gördüğümü hatırlıyordum. Yakından çok daha görkemlilerdi. Tekrar benzinciye dönüp arkasında uzanan denizi seyrettim bir süre. Eskiden çok sevmeme rağmen artık hiç yüzmediğimi farkettim. Gözlerimi benzincinin açılan kapısına çevirdim. Arabanın sahibi elinde bir teneke benzin ve ufak, bez bir torbayla dışarıya çıktı, uzun ve çirkin bir adam da onu takip etti. Uzun boylu adam, sürücü arabaya doğru gelirken kapının biraz ilerisinde durup ellerini beline attı. O mesafeden bile her nasılsa göz bebeklerini seçebiliyormuşum gibi hissediyordum. İki saniye... yalnızca iki saniyeliğine gözlerini bana çevirdiğini gördüm. Sıcak arabanın içinde, sürücü tekrar yanıma oturana kadar, soğuk bir rüzgar beni esir aldı. Gözlerimi başka bir yöne çevirebildiğimde, dikiz aynasından bembeyaz kesilmiş yüzüme baktım. Rezalet görünüyordum. Sürücü o esnada benzin tenekesini bagaja atıp tekrar yerine oturmuştu. Elinde ufak, maskot gibi görünen, bez bir bebek vardı. Dikiz aynasına boynundan asılmış olan bez bebeği indrip yerine yeni aldığını astı. Arabanın içindeki koku aniden artıp burnumu sızlattı. Hafifçe başım dönmeye başlamıştı. Şarkı, az önce dinlediğimiz, yine çalıyordu ama bu sefer eskisinden çok daha tanıdık geliyordu. Melodiye eşlik edebilmek için sağ elimin işaret parmağını hafifçe bacağıma vurmaya çalıştım ama her denememde ritmi kaçırıyordum. Sürücü motoru çalıştırıp gaza bastı. Araba homurdanarak kalkarken ona dönüp sordum: “Buradan geri dönmeyecek miydik?” Sürücü yola bakarak mırıldandı: “Hayır. Ufak bir işim daha var, sonra şehre döneceğiz.” İçimden inmek geliyordu ama vücudum kendini bırakmaya başlamıştı. Zaten kafam da çok karışıktı. Anlamıyordum ve beynimin tozlanmış bir köşesinden bir şeyler dışarıya çıkmak istiyordu.
***
Üç arkadaş, omuzları birbirlerine yaslanmış, patlayan bir flaşa karşı gülümsüyorlardı. Arkalarında uzanıp giden deniz ay ışığında, hoş bir yumuşatıcı kokusu yayan, pürüzsüz ve serin çarşaflara benziyordu. Elinde fotoğraf makinesi olan çocuk makineden çıkan resmi alıp sallayarak karşısında poz veren kız arkadaşı, en yakın dostu ve arkadaşının sevgilisinin yanına gitti. Fotoğrafa bakarken gülümsüyorlardı. Sıkıcı hayatları için oldukça sıradışı o gecenin güzel bir anısı...

Direksiyondaki çocuk arka koltuktaki arkadaşının lafına gülerek ağzındaki sigarayı yaktı. “Fotoğrafta yoksun diye bu kadar huysuzlanacağını bilsem ben çekerdim yaa resmi.” diyerek dikiz aynasından arka koltukta birbirine sarılmış çifte göz attı. “Lan sana içme şu boku diyorum, sen bana hala fotoğraf diyosun! Yakalıycak baban sonra sıçıcak ağzına bi gün!” diye sesini yükseltti arkada oturan oğlan. “Oğlum arabayı götürüyorum adam farketmiyo, sigarayı nerden anlıycak?” diye hafif yavşak bir tavırla cevapladı direksiyondaki. Yanında oturan sevgilisi gülerek dinliyordu muhabbeti. Biliyordu; oğlanın bir hayatı daha olsa şimdi yaptıklarını tekrarlamakla geçerdi.

Genel olarak düşünüldüğünde güzel bir geceydi. Arkadaki kızın gözleri devamlı olarak direksiyondaki oğlana kayarken sevgilisinin, gövdesini saran kolları O'nun kollarına dönüşüyor, dudaklarına kısa süreli olarak temas edip, oyuncu bir biçimde geriye kaçan dudaklar O'nun dudakları oluyordu. Önde oturan kız olan bitenden haberdardı ama kimseyi duygularından ötürü yargılamamak, insanları hayran bırakan özelliklerinden yalnızca biriydi. Mutlu bir geceydi. Kazadan önce başlayan yağmur, araba karşılarından gelen kamyondan kaçınmaya çalışırken arabanın kaymaya başlayıp kamyonun altına girmelerine sebep olana kadar, geceye zaten olduğundan bile romantik bir hava katmıştı. Yağmur şiddetliydi ama doğal olarak tutuşan arabayı söndürmedi. Rüzgar yanmış et kokusunu, huzurunu bozduğu denizin üzerinden uzaklara taşıdı.
***
Vücudumu arabanın kapısına dayamış nefes almaya çalışıyordum. Tüm duyularım birbirine girdiği için nerede olduğumu algılamakta zorlanıyordum. Kusmamak için dişlerimi, hafifçe kanatacak kadar sıkmıştım ama o sırada başka bir acıyla boğuşmakta olduğumdan çenemin sızlaması umrumda değildi. Sırtüstü, asfalta uzanmış önümde yanan arabayı seyrederken, kulaklarıma dostlarımın çığlıkları doluyordu. Gözlerimi kapattıkça daha da gerçek, daha da kaçınılmaz bir hale geliyordu görüntüler. Yüzüyle iki farklı kişiyi eşleştirdiğim güzel bir kız önümdeki enkazdan dışarıya sarkmış bağırıyordu. Bacaklarından bahsettiğini duydum. Belinden altını, enkazdan dışarı çıkarmaya çalışıyordu. Alevlerin içinde iki silüet titreşerek kayboluyorlardı. Görüntüler yavaş yavaş yokolurken, tekrar beni terk ettiklerini mi yoksa bu kez temelli olarak almaya geldiklerini mi anlamaya çabalıyordum.

Araba eski bir evin önünde durduğunda vücudum tümüyle uyuşmuştu. Koku burnumdan içeri dolup damarlarımda geziyor, bedenimin her bir santimini eski, unutulmuş bir acıyla kaplıyordu. Sürücü dışarıya çıkarken inmemi söyledi. Zaten son yarım saattir inmek istiyordum ama kapıyı açacak güç ellerimi terk edeli çok zaman geçmişti. Yaslandığım kapıyı açtığı zaman bedenim yavaşça ıslak toprağa çarptı. Gözlerimi kısmış soğuk havanın bedenimi kaplamasını hissetmeye çalışıyordum. Burnumun dibinden kaybolan koku, yerini keskin bir acıya bırakmıştı. Yavaşça ellerimi hareket ettirip yüzüstü dönmeye çalıştım. Kendimi sağ yanıma devirip, yanağımı çamura bulayınca hemen suratımın önünde duran iri, siyah botları gördüm. Hafifçe vücudumu yerden kaldırıp bir süre çamuru seyrettim. Bu şekilde durmak, mideme çok yardımcı olmadı. İyice tükenene kadar kustum. Başımı hafifçe eğerek dirseklerimi yere yasladım ve biraz daha kendime gelmeyi bekledim. Neyse ki sürücü benim kadar sabırlı değildi. Dirseğimden tutup, yüz yüze gelebileceğimiz kadar doğrulmamı sağladı ve vücudumu omzuna yaslayıp, eve doğru götürmeye başladı beni. “Gel.” dedi, sert ama sakin bir sesle. Nereye gittiğimizi sordum ama cevabını pek tatmin edici bulmadım: “İçeri.” Bomboş, tozlanmış evin içi kupkuruydu. Ahşap zemin attığımız her adımda çatırdayıp inliyordu. Merdivenlerden yukarı çıkarken gözlerim adamın yüzündeydi. Yaşarmış gözleri, gövdesine yaslı duran gövdemde hissettiğim kalbinin hızlı atışlarını ele vermiyordu. Hiçbir yorgunluk belirtisi göstermeden beni ikinci kattaki bir odaya götürdü.

Karanlığın içinde, yanan bir mum ve mumun hemen arkasında bağdaş kurmuş, elindeki fotoğrafı seyreden bir kadın oturuyordu. Kapı açılınca kadın kafasını kaldırıp uzun uzun, omzumu yasladığım adama ve bana baktı. Yüzünden aşağı, üstüne giydiği elbiseden içeri yayılan yanıklar, üzerlerine düşen azıcık ışığın altında gölgeler oluşturuyordu. Yıllar önce, yanan bir arabanın içinde titreşen silüeti gözlerimin önüne yerleşmiş, karşımda duranın kim olduğunu anımsamamı sağlıyordu. Ancak ne her yanını değiştirmiş alevler, ne de kötü anıları ortadan kaldırıp yeni anılar yaratan zaman, ben ağzımda duran sigaranın dumanını solurken direksiyon sallayışımı seyreden güzel, kocaman kocaman bakan gözlerini değiştirememişti. Kadın bana bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açıp titredi. Yüzünü beni ayakta tutan kardeşine (o adamı birisine benzettiğimi biliyordum.) çevirip, ergenliğin verdiği çatlamaları çoktan geride bırakmış sesiyle konuştu: “Bizi yalnız bırakabilir misin?” Koltuk altımdan çekilen kolun yokluğunda yere düştüm. Eski dostum odadan çıkmakta olan kardeşine tekrar seslendi: “Artık işini bitirip evden çıkabilirsin.” Kardeşi ağlayarak itiraz etmeyi denediyse de ablasının yalvaran bakışlarla lütfen demesi onu durdurdu. Kapı arkamdan kapanırken başımı kaldırıp sevgilime baktım. Eski günlerime tekrar kavuşmuş zihnim ona her bakışımda suçluluk duygusundan çıldırmanın eşiğine geliyordu ama gözlerimi ayıramıyordum. Hala; yıllar sonra hala çok güzeldi. Hayattaki her şeye karşı büyük bir sevgiyle dolu olan sesi odada çınladı: “Yanıma gelsene. Ne bekliyorsun.” Hala ayağa kalkamıyordum ama dizlerimin üstüne yükselip tüm gücümle emeklemeye başladım. İlerlediğim her santimde aşağıdan gelen sesleri duyabiliyordum. Kardeşi evi benzinle yıkıyordu. Olacakları biliyordum ama zaten artık sahte hayatıma dönemezdim; anımsadıklarımla imkansızdı. Her saniye bir öncekinden daha da güzel, daha da kutsal olan sevgilim elini kaldırıp beni durdurdu. Kendimi bırakıp tekrar karnımın üstüne yattım. Gülümseyerek, yürümek istediğini söyledi ve binbir güçlükle ayağa kalktı. Bacaklarına baktım. Kötü durumdaydılar. Yalpalayarak birkaç adım attım ve yüzüstü yere kapaklandı. Yüzü benim yanağımın yaslı olduğu yerin tam yanında duruyordu. İkimiz de zorlanarak doğrulurken evin içi inanılmaz sıcak olmuştu ve her yerden yanık kokusu geliyordu. Yavaşça birbirimizi sardık ve kulağıma fısıldadı: “Aslında o alevlerin amacı bizi ayırmak değil, sonsuza kadar bir araya getirmekti.” Yanağım, yanağına yaslı; sessizce cevap verdim: “Biliyorum.” Evin dışından alevleri izleyen kardeşinin çığlık çığlığa ağladığını duyabiliyordum. Yavaşça sıcak, ahşap zemine uzanıp gözlerimi kapadım. Alevlerin içinde uzanmış, haftalarca susuz kalmış bir adamın kurumuş boğazını serin suyla ıslatışı gibi ruhumu geçen her saniyede uzun uzun, açlığını çektiği duygularla beslenmeye bıraktım.
***
Dört arkadaş, asla ayrılmayacaklarını bilmenin getirdiği mutlulukla arabaya bindiler. Direksiyona geçen oğlan radyoyu açıp, sesi yükseltti. Yanında oturan kız bir süre şarkıyı dinledikten sonra sordu: “Bu çalanın adını biliyor musun? Çok güzel.” Direksiyondaki oğlan, kıza bakıp kafasını tekrar yola çevirdi. “A Thousand Kisses Deep. Kesin duymuşsundur ama hatırlamıyorsundur.” diye cevap verdi oğlan ve arabayı kullanırken bir yandan da şarkıya eşlik etmeye başladı. Kız düşünceli bir biçimde yola bakarak mırıldandı: “Evet. Muhtemelen duymuşumdur ama hatırlamıyorumdur.”