Bu şehir eskisi gibi değil. Çocukluğuma dair anılar benden bunu söylememi istediler. Son günlerde anılarımı çok düşünüyorum. Sanki tüm seçimlerimi benim yerine anılarım yapıyor, vermek istediğim tüm yanıtları onlar veriyorlar. Hayır, kendimi herhangi bir şey yapmak zorunda hissettirmiyorlar bana. Kararlarımı, olmalarını istediğim şekilde verebiliyorum. Ancak çok düşünüyorum şu aralar... Ben neden yaşantımdan memnunum? Neden hiçbir şeyi farklı yapmadım? Başka bir hayatı neden buna tercih etmem? Ben neden istediklerimi istiyorum?
Benim karakterimi şekillendiren şeyler yaşadıklarım sanırım. Yemek ve uyumaktan başka bir isteğim olmadığı zamanları düşünüyorum. Nasıl oldu da bir şeyler istemeye başladım? Başka insanlar sanırım. Peki onlar? Onlar neden beni de kendileri gibi yapmak istediler? Hayır, şikayet etmiyorum. Sevdiğim insanlardan farklı olmak gibi bir ihtiyaç duymuyorum, hatta benzemesem çok daha kötü bir hayatım olacağına eminim. Ancak sebebini yine de merak ediyorum. Onlar kimlere benziyordu? Memnuniyetle zihnimi, kendi hapishaneme kapattım ve çok merak ediyorum, neden böyle bir şey yaptım? Ne kadar özgürüm? Özgürlüğü kendine dert eden bir insan için üzücü bir durum olabilirdi ama ben halimden memnunum. Yalnızca çok merak ediyorum.
Bu şehir gerçekten de eskisi gibi değil. Merak ettiğim bir başka şey de bu zaten, nasıl oluyor da eskiden çok farklı olan bu yer, çok farklı olan bunca insan benim karakterimi bu değişime hazırladı? Şehirlerin, gerçekleşmesi muhtelemel değişimleri önceden sezip kendilerini ve önemsediklerini değişime hazırladıklarından, şehirlerin de insanlara benzediğini çıkarıyorum. Ya da tam tersi, insanlar şehirlere benziyor. Tam emin değilim, önce insanlar vardı muhtemelen ama şehirlerin insanlardan daha eski olduklarını düşünmek çok heyecan verici geliyor. Sanki farkında değiliz de hayatlarımız aslında insanlıktan çok daha eski ve üstün bir uygarlık olan şehirler tarafından yönetiliyormuş gibi oluyor. Mükemmel bir fanteziye kapı niteliği taşıyor sanırım bu söylediğim. Şehirler yerine istediğim şeyi koyabilirim. “Korkarım hayatlarımız masalar ve çaydanlıklar tarafından yönetiliyor!” diye kendi kendime bağırıyorum. Şu aralar fazla sıkılıyorum sanırım.
Bütün boş laflar bir yana, bu şehir hiç eskisi gibi değil. Çocukluğumdan hatırladığım kadarıyla eskiden burada daha fazla insan vardı. Her ne kadar kendi başıma yaşasam, pek fazla kimseyle günlük olarak konuşmasam da insanları çok severim. Eskiden, burada daha fazla insan yaşıyorken arkadaşlarım vardı. Bütün bir günümüzü evlerimizin dışında, yapmamamız gereken şeyler yapmamız için birbirimizi teşvik ederek geçirirdik. Eskisi kadar görmediğim kardeşim de bizimle gelirdi çoğu zaman. Dürüst olmak gerekirse bazen ne kadar iyi bir kardeş olduğumdan şüphe duyardım. Durumunu düşününce, bir şekilde ona göz kulak olmam, benim yaptığım hataları yapmamasını sağlamam gerektiğine inanırdım. Ancak her hatayı birlikte yaptığımız için pişman değilim. Eğer birbirimizden bu kadar uzaklaşacağımızı bilsem... Bilmiyorum, belki biraz daha hata yapmamız için uğraşırdım.
Hayır, insanlardan bahsetmiyorum yalnızca. Bu “şehir” eskisi gibi değil. Binalar artık eskisinden daha cansız görünüyor. İnsanların üzerine çöken bu adı konulmamış bıkkınlık; kendisini upuzun, çirkin, ölü bir beyaza boyanmış duvarlarda bile gösteriyor. Ne yöne adımımı atarsam atayım, her yer çoktan ölmüş, gömülmüş ve yalnızca hastalıklı zevkleri tatmin edebilecek süs eşyaları olarak kullanılmak üzere mezarlarından çıkarılmış gibi görünüyorlar. En azından evimden çıktıktan sonra dalgın dalgın merdivenlerden inerken bunu düşünüyordum. En son ne zaman bakım yapıldı ki buraya? Her yerde dökülmüş sıvalar, eski kağıt parçaları ve kalın toz tabakaları var. Özellikle çirkin olduğunu söyleyemem ama kesinlikle ruh halimi iyi yönde etkilemiyor.
Mevsim sonbahar. Çok klişe olduğunu düşünüyor olabilirsiniz ama daha hiçbir şey görmediniz. Yaşadığım şehirde en çok sevilen mevsimdir sonbahar. En sevilen yer ise tren istasyonu. Eminim şimdiden tren istasyonuna bir sürü yalnız adam doluşmuş, olduklarından bile yalnız görünmek için uzun aralıklarla rayların karşısına yerleşmişlerdir. Sonbaharda tren istasyonuna giderseniz şehrin aslında tamamen ölü olmadığını, bir sürü insanın yalnızca yazları evlerinden çıkmamayı tercih ettiğini görebilirsiniz. Bölge ikliminin soğuk olmasına sevindiğiniz zamandır sonbahar. Eğer hava biraz daha sıcak olsa muhtemelen tren istasyonuna yalnızca beklemek için gidenler paltolarını giyemeyip şimdi olduklarından çok daha kötü görüneceklerdi. Bu şehirde yaşayıp da tekstil işinde çalışanlar adına seviniyorum. Asla boş durmuyorlar.
Bugün ayın ilk Pazar günü. Ayda bir kez olmak üzere kardeşimi görmek için ormanın kıyısına gittiğim gün. En güzel ziyaretler hep sonbaharda, batan güneşin ışıkları altında kıpkırmızı görünen ağaçların yaprakları altında olanlardır. Doğanın, nispeten neşeli bir olaya şiirsel bir güzellik katma çabalarını takdir etmekten kendimi alamıyorum. Evet bu şehir eskisi gibi değil ama daha acı verici olan şey; güneş, ağaçlar, toprak, şehrin ortasından geçen upuzun nehir de eskisinden farklılar. Ancak şehir kadar değişmemiş, hepimizin üzerine çöken kasvetten kendilerini bizlerden daha iyi koruyabilmiş olmaları, tüm bu sıkcı hayatın altında ezilenler için yerinde bir hoşluk.
Hayatımı bir büfe işleterek kazanıyorum. İnsanlar her ne kadar eskisi kadar ne olup bittiğini öğrenmekle ilgilenmeseler de arada gazete satın alanlar da oluyor. Bütün gün büfede oturmak sıkıcı olduğu için ben de bazen gazete okuyorum. Normalde okuduğum şeyler ne kadar iç karartıcı olurlarsa olsunlar pek etkilenmiyorum. Bilmediğim bir sebepten dolayı okuduklarımın gerçekliğini kafam bir türlü almıyor. İçten içe, yaşadığım şehrin dışındaki yerler bana fazla uzak oldukları için farklılıklarının hayal edilemez bir boyutta olduğuna inanıyorum sanırım. Yaşadığım şehir hakkındaki haberler ise yerel gazetelerde, ağırlıklı olarak intihar haberleri olarak geçiyor. Gökyüzü kapalı ve hava soğuk. Tren istasyonunda oturan insanlar bütün gün birbirlerinden başka pek az kişiyi görüyor. Gördükleri ise bir haftadan fazla yaşamıyorlar. İnsanlar buraya artık yalnızca intihar etmek için geliyor sanırım.
Sanırım çocukluğumda gerçekleşen savaşın bir sonucu olarak şehir bu hale geldi. Koca bir şehirden geriye yalnızca kadınlar, çocuklar ve savaşamayacak durumda olanlar kalınca böyle olması doğal karşılanmalı galiba. Pek az kişi geriye canlı dönmüştü savaştan. Dönenlerden eskisi gibi olabilen birisini ise malesef hatırlayamıyorum. Fiziksel olarak sağlam görünenler ya temelli olarak şehri terkettiler ya da diğer yaraları yüzünden kendilerini öldürmek zorunda kaldılar. Eminim bazıları tamamen sağlam olarak geriye dönmüşlerdir ama hiç böyle bir şey duymadığım için sayılarının çok az olduğunu hatırlıyorum. Geriye dönen insanlardan en net aklımda kalanı ise bizimle aynı mahallede yaşayan bir gençti. Bazen aramızdaki yaş farkına rağmen bizimle de vakit geçiren bu oğlan bir yaş farkla yetişkin sayılıp cepheye sürülmüştü. O dönmeden önce savaştan canlı olarak dönen birisini bizzat görmediğim için geleceğini duyduğumda içimde bir merak uyanmıştı. Sabah erkenden kardeşimi ve birkaç arkadaşımı yanıma alıp tren istasyonuna gitmiş, yaklaşık üç saat gelmesini beklemiştim. En sonunda 12 numaralı tren geldiğinde, çocuğun annesi olduğunu tahmin ettiğimiz bir kadın koşarak trenin yanına kadar gitmiş, kavuşmuş ellerini hemen çenesinin altında tutarak yaşlı gözlerle oğlunun kapıdan çıkmasını beklemeye başlamıştı. Trenden inen başka kimse yoktu ama arkadaşımız başından geçenler yüzünden üstünde yaşamak zorunda kaldığı tekerlekli sandalyeyle perona inemediğinden, annesinin yardımlarıyla normalden daha uzun bir sürede trenden inmek zorunda kalıp, trenin biraz uzun süre duraklamasına sebep olduğu için kondüktörün azarını işitmişti. Kondüktörün o anki tavrı, her nasıl oluyorsa vücudundaki çoğu kemiğin bir şekilde dağılması sebebiyle tuhaf bir hal almış çocuğa diğer insanların da ne şekilde davranacağının basit bir göstergesi gibiydi. Arkadaşları olan bizler de dahil olmak üzere, insanların pek kabullenemediği hali, sonunda çocuğun ve annesinin şehirden temelli olarak ayrılmalarıyla sonuçlanmıştı.
Gazetelerde savaş haberleri dönüp duruyor haftalardır. Benim çocukluğumun sonları da başka bir savaş zamanına denk gelmişti. Bu yüzden olsa gerek, gazeteden okuduğum sayılar beni pek etkilemiyor. Asla savaşı tam olarak kavramaya çalışmam gerekmedi. Hatırladığım, okuduğum gazetelerin yazmalarını gerektirecek ilk savaş ben daha çocukken başlamıştı. Askere gidemeyecek kadar küçük ama kardeşime bakmam gerekecek kadar büyüktüm. Babam bizi büyük annemizin yanına bırakıp giderken ne kadar süreyle gideceğini bilmemenin getirdiği bir tedirginlik hissiyle boğuşmak zorunda kalmıştım ama bu fazla uzun sürmemişti. Çok kısa bir süre içinde babamın tabutu bize gönderildiğinde en azından babamı daha fazla beklememe gerek kalmadığını anlamak içimi biraz rahatlatmıştı. Ancak bekleyecek bir şey kalmaması sanırım büyük annemin kendisini biraz erken bırakmasına sebep olmuştu. Savaş hakkında bildiğim tek şey babamın ve büyük annemin ölümüne vesile olduğuydu ama seneler sürmesine rağmen asla yaşadığımız yere kadar gelememesi savaşı benim için ne tanımlanabilir ne de tanımlanamaz yapıyordu. Asla savaş görmemiş bir nesil muhtemelen ceset sayılarına baktıkça yoğun duygu patlamaları yaşıyorlardır ama dediğim gibi, benim için “uzay” kelimesi ne ifade ediyorsa “savaş” da aynı şeyi ifade ediyor.
Ancak geçtiğimiz günlerin birisinde, gerçekten beni üzmeyi başarabilen bir haber okudum sonunda. Yaşadığımız şehirde, insanlar pek fazla şeyi umursamadıkları için olsa gerek, suç oranı oldukça düşüktür. Bu sebeple sanırım, genç bir kızın kaybolması pek de olağan bir şey değildir. Bu zamanda, burada yaşama talihsizliğine kurban olmuş gençler genellikle şehri terk etmeyi terci ederler. Bunun dışında ise hiçbir gencin kalkıp da şansını başka bir yerde denemeden kendini öldürdüğünü görmedim. Hayır, kız kendisinin değil, bir başkasının kurbanı. Ne suça, ne de ölen çocuklara ihtiyacımız var.
Ama şimdi bunların sırası değil. Bugün kardeşimi göreceğim. Kardeşim... Kafası biraz yavaş çalışır ama hayatımda tanıdığım en iyi niyetli, en saf insandır. Çocukluğumuzdan beri uyum sağlamakta zorlanmasının sebebi geri kalmış zekası mı yoksa katıksız iyi niyeti mi diye düşünürüm eskiden beri. Yaşıtlarıyla asla düzgün bir arkadaşlık kuramaması sebebiyle çok eskiden gördüğüm herhangi bir rüyadan daha net hatırlayamadığım zamanlarımızdan beri onun yanında olmuşumdur. Zaten bunu ben istemeseydim bile babamız gittikten sonra sürekli birlikte olmamızdan başka bir seçeneğimiz olmadığı için rahatça kaderimizin böyle olduğunu söyleyebiliyorum. Şimdi ise yanımda değil. Benim onunla imkanlarım azalmaya başladığında şehirde kalmasının kendisi için iyi olmayacağına karar vermiştik. Onun için ormanın eteklerinde bir kulübe yaptık. Bir çok yorucu hafta boyunca marangozluktan zerre anlamayan, birisi beş yaşındaki bir çocuktan daha zeki olmak üzere iki kişi olarak elimizden gelenin en iyisini ortaya çıkardığımızı kulübeye bakar bakmaz anlamıştık. Şimdi onu ziyarete gidiyorum. Her hafta yaptığım gibi ona yiyecek ve kıyafet götürüyorum. Kış geliyor ve kalın giyinmesi lazım. Üstelik ona ne kadar engel olmaya çalışırsam çalışayım her zaman ormanda yürüyüşe çıkmaya devam edecek ve ayakkabıları çok eski. Bu hafta alamadım ama önümüzdeki hafta ona yeni bir çift bot götürmem lazım.
Yaşadığım apartmandan hemen iki sokak öteden binmem gereken otobüs geçiyor. Her haftaki gibi şoförle birbirimize merhaba anlamında kafa sallıyoruz. Şişman ve yaşlı bir adam. Kardeşimi ziyaret etmek için ormana gitmeye başladığımdan beri aynı otobüsü kullanıyor. Bir kere bile bu adamı otobüsün dışında gördüğümü hatırlamıyorum. Hep koca direksiyonunun arkasında, asla görmediğim ayaklarını pedallara dayamış (Gerçi dediğim gibi, ayaklarını görmediğim için yalnızca pedallara dayalı olduklarını tahmin ediyorum.), en azından ilk giymeye başlandığı zaman beyaz olan gömeliği ve kahverengi ceketi üstünde, kafasında kasketiyle ben otobüse bindikten beş dakika sonra tek yolcu ben olduğum için çekinmeden “Sigara içmemin mahsuru var mı?” diye soruyor. Ben de her seferinde yaptığım gibi otobüsün arkalarındaki bir koltuğa geçmiş, bir türlü yıkandığını görmediğim çamurlu pencerelerin birinden dışarıyı seyrediyor oluyorum. Yolculuklar aşağı yukarı hep böyle geçiyor. Hemen sağ ayağımın yanına bıraktığım iri, hasır çantanın içinde konserveler birbirlerine çarpıp tok sesler çıkartırlarken ben yarım saat boyunca yolu, ağaçları, yavaş yavaş seyrelen binaları, yolun kenarına bırakılmış hayvan cesetlerini seyrediyorum. Geri dönüş yolunu, aynı şoför tarafından kullanılan aynı eski, sarı otobüste uyumayı gidişten daha fazla sevmememin tek sebebi ise ilk yolculuğun sonunda kardeşimi görecek olduğumu bilmem. Ancak onun dışında her hafta görerek zorla ezberlediğim yolu bir kez daha görmek yerine rahatsız ve tozlu otobüs koltuğunda uyumayı tercih ederim.
Çantamı da alıp her zamanki yerimde, ormanın içine doğru giden eski patikalardan birisinin girişinde iniyorum. Çok kısa bir yürüyüşten sonra ağaçlar bulutlu gökyüzünün önüne geçecekler. Çok kısa bir yürüyüşten sonra yalnızca ağaçların döktüğü yapraklardan, bittikleri yerlerde hiç güzel görünmeyen otlardan ve her yerden fırlamış mantarlardan oluşmuş, altında yatan toprağı görmeme engel olan kalın tabaka ve çevremde yükselen ağaçlardan başka bir yol arkadaşım kalmayacak. Hayvanlar nedense ormanın içinden buralara kadar gelmiyorlar, gelirlerse de yalnızca burada durmakla yetinmeyip belirsiz bir sebepten ölüp (Ya da öldürülüp. Çocukluğumdan beri herhangi bir hayvanın ölümünü görmedim.) yol kenarına atılmak için iyice ormanın dışına kadar çıkıyorlar. Çok eskiden garipsediğimi hatırladığım bir şeydi ormanın sessizliği. Adımlarımın çıkardığı sesler haricinde bir şeyler duyabilmek, gökyüzünü kaybettikten sonra imkansız bir hale geliyor. Ne rüzgar, ne bir hayvan, ne de ormanın dışından içine doğru uzanan, insanların çıkardığı bir ses duyuluyor. Eğer ormanın zararsızlığından haberdar olmasam, geri dönüş yolunu gecenin karanlığında alırken ister istemez yaşadığım gerginliğe dayanabileceğimi sanmıyorum. Ancak ortamın getirdiği hafif depresif hava alışkanlıkların yarattığı rahatlıkla çok geçmeden siliniyor ve ben her zamanki gibi solgun, kahverengiye çalan bir yeşile bürünmüş ağaçların arasından kardeşimin evine gidiyorum.
Asla çıkmayacağını bilmeme rağmen kardeşimin bir şekilde ana yola çıkmayı istemesi ihtimaline karşı mümkün olduğunca basit bir yere inşa etmiştik kulübeyi. Yalnızca patikayı takip et, görmemenin imkanı yok. Aşağı yukarı on dakikalık yürüyüş mesafesinde ve asla yönünü değiştirmene gerek yok. Benim bu yolculuğum da on dakikadan fazla sürmüyor ve eski ama şehirdeki herhangi bir binadan çok daha cana yakın görünen kulübenin önünde durup hasıt çantamın sağ dizime yavaş yavaş çarpmasını dinliyorum. Her ne kadar buraya benden başka herhangi bir şey gelmese de, zamanında kulübenin çevresini çitle çevirmenin daha güzel görüneceğine karar verdiğim için bir süre bahçe kapısı olacak tahta yığınını itmeye uğraşıyorum. Normalde ben kapıyla boğuşurken kardeşim kulübeden fırlayıp sevinçle kapıya koşar ve defalarca içeri girip çıkmanın getirdiği alışkanlıkla kapıyı açıverir, sanki vakit kaybederse ben gidip de bir daha dönmeyecekmişim gibi bir hızla bana sarılır ve kaburgalarımı, güçlü kolları arasında ezilip parçalanma tehlikesine maruz bırakırdı. Bu kez çıkan olmadığı gibi, kapı beni reddercesine açılmamak için direnmeyi sürdürüp bir de elime ayağım kadar bir kıymık batırıyor. Tüm gücümle kapıya asılıp açtıktan sonra ufak bahçeye girerken kapıyı arkamdan kapayıp, kocaman tahta parçasını elimden çıkarıyourum ve bir yandan da perdeleri kapalı pencerelere bakarak neden kardeşimin dışarı koşmadığını anlamaya çalışıyorum.. Sağ elimde hafif hafif kan sızdıran yarayı emerken bir yandan da sol elimi yumruk yapıp kapıya vuruyorum ve perdelerde bir kıpırtı görebilmek umuduyla pencereleri seyrediyorum. Kapı açılmıyor. Bir süre bekledikten sonra tekrar, öncekinden daha güçlü bir şekilde kapıya vuruyorum. Bir süre daha bekleyip içeriyi dinliyorum ama herhangi bir ses gelmeyince yavaş yavaş endişelenmeye başlıyorum. Kapıya elimden geldiğince sert yumruklar indirirken bir yandan da kardeşime sesleniyorum. Yumruklamayı kestikten sonra oluşan sessizliği, içerden gelen koşuşturma sesleri ve bu sesleri takip eden peltek bir “Geliyorum!” bozuyor. Rahatlamış bir biçimde kapının kenarına bıraktığım çantayı alıp bekliyorum ve çok geçmeden kapı açılıyor. Gülümseyerek içeri dalıyorum.
Benim suratımda haftada bir gün görülebilen bir sırıtış, kardeşiminkinde ise mutlu ama belirsiz bir sebepten dolayı coşkudan yoksun bir gülümseme var. Her zamanki gibi bana var gücüyle sarılmasını bekliyorum ama bunun yerine dalgın bir sesle “Merhaba.” diyor yüzündeki gülümsemeyi silmeden. Ben de sırıtmayı hızlıca kesip yüzüme olabildiğince ciddi bir ifade vererek “Merhaba.” diyorum ve elimi sıkması için önüne uzatıyorum. Aynı dalgınlıkla elimi sıkıyor ve ben “Napıyorsun lan salak?! Gel buraya!” diye gülerek bağırarak tuttuğum elinden kardeşimi kendime çekip sıkıca sarılıyorum. O da dalgın dalgın gülüyor ve ellerini sırtıma atıyor. Kollarımın arasındaki vücudu kaskatı kesilmiş. Ters bir şeyler varmış gibi geliyor ama bu fikri bir kenara itip elimdeki çantayı bir kenara atıyorum. Her ne kadar en başta kesinlikle karşı çıkmış olsam da başka çarem olmadığı için kurmak zorunda kaldığım sobanın yanına giderken ellerimi birbirine vurup “Çay içiyor muyuz?” diye sesleniyorum. Kardeşim, içeriye girdiğimden beri gözlerinde taşıdığı boş bakışlarla evin zeminini seyrederek sessizce olur diyor. Neşeli bir biçimde doldurduğum çaydanlığı sobanın üzerine bırakıp tekrar arkamı dönüyorum ve kardeşimin hala odanın ortasında ayakta durduğunu görüyorum. “Neyin var senin yaa? Ayakta bekleyeceğine otursana. Çay hazır olunca ben getiririm sana.” diyip odadaki iki sandalyeden birisine oturtuyorum kardeşimi. Ben de hızlıca karşısına geçip gülümseyerek, sesini bir haftadır duymamanın getirdiği sabırsızlıkla “Ne yaptın bütün hafta? Hiç ormanda ilginç bir şey gördün mü? Bugün birlikte bir yürüyüşe çıkarız istersen. Ne dersin?” diye soruyorum. Bir önceki saniye olduğundan daha gergin bir biçim alıyor vücudu. Sinirleri çok bozuk görünüyor. “Ne oldu? Canını sıkan bir şeyler mi var yoksa?” diye sorarken yüzüm hafif asılıyor. Gergin bir biçimde mırıldanmaya başlıyor ve ben ne dediğini duyamadığımı söyleyene kadar mırıldanmaya devam ediyor. En sonunda sesini biraz yükseltip en baştan alıyor söylediklerini.
“Bu hafta bir ara yürüyüşe çıkmıştım. Daha önce gitmediğim bir yerlere gitmeye karar verip büyük ağacın olduğu yerden sağa dönüp biraz yürüdükten sonra karşıma çıkan kayalardan sola döndüm bu sefer. İleriye gittikçe çok değişik şeyler gördüğüm. En son çocuktuk gördüğümüzde, hatırlıyor musun? Hani şu ufak tefek, çocukken evde gördüğümüz farelere benzeyen büyük kuyruklu hayvanlar. Evet, sincaplar. Sincaplar gördüm. Ondan sonra bir sürü bilmediğim kuş gördüm. Bazıları uçuyordu, diğerleri de grup halinda durmuş beni seyrediyorlardı. Sonra kedi gibi ama daha tüylü hayvanlar ve büyük, kocaman boynuzları olan bir tane hayvan gördüm. Yerlerde diğer gittiğim yolların hiçbirinde görmediğim kadar çiçek gördüm. Çoğu solmuştu ama oradaydılar. Böcekler de gördüm. Çok garip, çevreleriyle birlikte çok güzel görünen böcekler gördüm. Daha önce o tarafa hiç yürümediğime çok üzüldüm ama bir yandan da yeni bulduğum ve bundan sonra hep gideceğim için çok sevindim. Ama bir yere geldim ondan sonra. Ufacık, toprak bir yol aşağı doğru iniyordu. Oradan gittim ama yol uzadıkça korkmaya başladım. Ama ben gittikçe daha fazla hayvan görüyordum, o yüzden gitmeye devam ettim. Sonra çevresi ağaçlarla kaplı ufak, yuvarlak bir yere geldim. Ortasında kocaman bir kaya vardı ve yukarıya baktığında gökyüzü görünebiliyordu. Önce bir süre gökyüzüne bakarak öne ve arkaya doğru yürüdüm. Rüzgar edip yüzüme vuruyordu ve çok hoşuma gidiyordu. Sonra kayaya baktım. Üstü ayakta durabileceğim şekilde düzdü ve eğer azıcık daha yükseğe çıkarsam yüzüme daha fazla rüzgar çarpar diye kayaya tırmandım. Sonra orada durup biraz daha gökyüzünü seyrettim ama ağaçlar konuşmaya başlayıp dikkatimi dağıttılar. En başta başkası konuşuyor sandım ama kimse yoktu ve ses her taraftan geliyordu. Ben de ağaçların konuştuğunu öyle anladım.”
Kardeşimin lafını kesip biraz beklemesini söylüyorum. Söylediklerini en baştan düşünüp bir anlam çıkarmaya çalışıyorum ama buradaki yalnızığın kardeşimin aklına kötü bir etkide bulunması ihtimali düzgün bir biçimde düşünmem engelliyor. “Ağaçlar konuştu derken neyi kastettiğini açıklar mısın?” diye soruyorum endişeyle. Kardeşim cevap vermeden önce yüzü iyice asılıyor ve kendi kendine “Hayır.” diye mırıldandığını duyuyorum. “Ağaçlar benimle konuştu. Senin inanmayacağını söylediler ve seni de oraya götürmemi istediler. Ben de eğer inanmayacaksan sana anlatmayacağımı söyledim ama seni de götürmek zorunda kalacağımı söylediler. Sonra anlatmaya devam ettiler.” diye konuşurken nefes alış verişleri iyice hızlanmış, kekeliyor. “Seni de oraya götürmem lazım yoksa bana inanmazmışsın ve sonra zamanlaman kötü olurmuş ve çok canın yanarmış. Bana dediler ki sonra olanları anlatmadan önce seni oraya götürmem lazımmış.” diyor hızlıca ve ayağa kalkıp paltosunu alıyor. En başta itiraz etmek için ayağa kalkıyorum ama ne kadar korktuğunu görünce en azından bir süreliğine onun dediklerini uyup yanında olmaya karar veriyorum. Sobayı söndürdükten sonra evden çıkarken bana yolun biraz uzun olduğunu, geç kalırsak kızmamamı söylüyor. Kızmayacağımı söyleyip bahçe kapısını açmasını bekliyorum.
Daha önceki gelişlerimde anlattığı büyük ağacı ve kayaları geçtikten sonra dediği gibi orman değişmeye başlıyor. Her şey nasıl oluyorsa daha canlı, daha güzel görünüyor gözüme. Çocukluğumdan beri hiç görmediğim şeyler görüyorum yol üstünde. Defalarca kardeşimin dikkatini bir şeyler üzerine çekmeye çalışsam da o cevap vermek yerine yalnızca dalgın bir biçimde gülümsemekle yetiniyor. Yol oldukça uzun sürüyor ve arada benim biraz dinlenmem için duraklamak zorunda kalıyoruz. Bir süreliğine yere oturup çevrede gördüğüm hayvanları seyrediyorum. Duraklamamız esnasında bir ara kardeşimin ayakta bir sağa bir sola gidişini seyrediyorum. Üstündeki rahatsızlık her halinden belli oluyor. İçimden neyi olduğunu tekrar sormak geliyor ama zaten üzerine binen strese bir de benim düzenli sorularımın bir yardımı olmayacağını bildiğimden, durumunu daha da kötüleştirmemek için sessiz kalmayı tercih ediyorum. Yaklaşık yarım saat dinlenip çevreyi gezdikten sonra tekrar yola koyuluyoruz. Bir süre sonra bahsettiği toprak yol görünüyor. Aynı yavaş tempoda toprak yolu takip etmeye başlıyoruz ve dediği gibi, bir süre sonra yol alçalmaya başlıyor. Yola çıktığımız vakitten bu yana geçen sürenin iki saati aştığını farkettiğimde daha ne kadar yolumuz kaldığını soruyorum. Çok kısa bir süre sonra varacağımızı öğrendikten yaklaşık yarım saat sonra bahsettiği yere varıyoruz. O kadar yolu yürüdükten sonra kızmayacağıma dair sözümü almasaydı bile kızacak halimin kalmayacağını bildiğim için sözümü tutuyorum.
Tam olarak tarif ettiği gibi, ufak bir giriş dışında tamamen ağaçlarla çevrili ufak bir çember şeklinde, ortasında kocaman bir kaya duran ufak bir alanda duruyoruz. Kafamı kaldırıp gökyüzüne bakana kadar, uzun ve yorucu yürüyüşümüze değecek bir şeyler göremiyorum. Kardeşimin söylediği gibi, yüzüme güzel bir rüzgar vuruyor ve canım birden oraya uzanıp bir süre hareket etmemek istiyor. Ancak önceliklerimi bildiğim için ufak alanı kısaca turlayıp tekrar kardeşime dönüyorum. “Tamam, şimdi bana başından geçenlerin tamamını anlatacak mısın?” diye soruyorum merakla. İçimdeki, hikayenin bir yerlerinde olaylara kardeşimin çıldırmaya başlaması dışında mantıklı bir açıklama getirmemi sağlayabilecek bir ipucu bulmanın umudu, kardeşime daha uygun bir hayat sağlamak için kulübeyi terk edip kendisi gibi insanlarla yaşamasını nasıl söyleyeceğini düşünmeme engel oluyor. Kardeşim bana kayayı gösterip, “Oraya çık. Seninle de konuşurlar belki.” diyor. Önce sıkıntıyla yüzümü ekşitmeme rağmen isteğini yerine getirip güçlükle kayanın üstüne çıkıyorum. Bir süre çevremde dönüp ağaçlara bakmama rağmen kardeşim herhangi bir şey söylemiyor. En sonunda dayanamayıp kardeşime bakıyorum. O an çıkarabildiğim en sakin sesimle “Ben bir ses duyamıyorum. Artık hikayeye devam edecek misin?” diye soruyorum. “Ben gökyüzüne bakıyordum, belki sen de bakmalısın. Benimle konuştuklarında da ben orada durmuş...” derken kaldırdığım elimle lafını bölüp gökyüzüne bakıyorum. Evet, gerçekten de oradan rüzgar daha güzel hissedilebiliyor ama yavaş yavaş sabırsızlığımın getirdiği öfke açığa çıkabilmek için beni zorlamaya başlıyor. “Ses yok. Sen hikayeye devam et, belki o zaman konuşurlar.” diyorum kayanın üstünden inerken. “Evet, onlar da öyle demişlerdi. 'Sen anlat, biz sonra konuşuruz onunla.' gibi bir şey demişlerdi.” diyor ben dişlerimi sıkmaya başladığımda. Sonunda anlatıyor.
“Ben kayanın üstündeyken benimle konuşmaya başladılar. Önce çok şaşırdım ama bir sürü görmediğim şey gördüğüm için önceden bu ağaçların da pekala konuşabileceklerini düşündüm. Sonra bana nasıl olduğumu sordular, çok hoşuma gitti. Kibar ağaçlar olduklarını düşündüm. Bana çok özel olduğumu ve onlara çok fazla yardımcı olabileceğimi söylediler. Bana dediler ki, ölüyorlarmış. Daha fazla kaldırabileceklerini düşünmüyorlarmış, öyle dedi ağaçlar. Sonra bana yardımcı olmak isteyip istemediğimi sordular. Yabancılarla arkadaş olmamam gerektiğini biliyordum ama özür dilerim, bunlar çok kibar ağaçlar. Hem onlar ağaç, ağaçlar yürüyemez. O yüzden eğer bana bir şey yapacak olurlarsa koşarak eve giderim, beni yakalayamazlar diye düşündüm. Ha? Evet, ağaçlar normalde konuşamazlar ama yere bağlı oldukları için konuşmalarının yürümelerinden daha gerçekçi olduğunu düşündüm. Neyse, ben sonra kayanın üstüne oturdum. Bana ne yapmam gerektiğini söylediler ama ben kızdım. Yapmamı istedikleri şeyi yapmayacağımı söyledim ama ısrar etmeye başladılar. Bana özel olduğumu ve onlara yardım etmem gerektiğini, yoksa ısrar etmeye devam edeceklerini söylediler. Ben de iyiden iyiye sinirlenip bağırdım onlara. Sonra da kalkıp eve yürümeye başladım ama buradan uzaklaşmama rağmen seslerini duymaya devam ettim. Devamlı ısrar ediyorlardı, ben de devamlı reddediyordum. Eve kadar hiç susmadılar ve ben çok sinirliydim, onlara sürekli bağırıyordum. Sonra eve geldim ve bir süre sesleri kesildi. Çok kızmıştım, ben de yemek yedim. Yemekten sonra uykum geldi. Gidip yatağıma uzandım ve gözlerimi kapadığımda tekrar ısrar etmeye başladılar. Sinirimden çok bağırdım ve kulaklarımı kapayıp uyumaya çalıştım ama seslerini devamlı duyuyordum. O gece beni hiç uyutmadılar. Sabaha doğru başım çok ağrımaya başlamıştı, ben de daha fazla dayanamayıp kabul ettim. Ben kabul edince uyumamı, uyandığımda tekrar konuşabileceğimiz söylediler. Gerçekten de ben uyanır uyanmaz yapmam gerekenleri anlatmaya başladılar. Bana Cumartesi günü yanlarına tekrar gitmem gerektiğini, orada beni birisinin beklediğini söylediler. Oraya gidince ne olacağını anlatmışlardı ve ben de tekrar dinlemek istemediğim için sonra ne yapmam gerektiğini sordum. Bana seninle konuşmam gerektiğini, seni buraya getirmem gerektiğini söylediler. Sana her şeyi anlatmamı istediler ve bir ara seninle de konuşacaklarını söylediler. Seni buraya getirmemin, her şeyi anlatmanın, yaptıklarım için bir ödül olacağını söylediler. Neyi kastettiklerini anlatmadılar ama ben zaten korkuyordum, o yüzden hiç sormadım.”
İçimden hiçbir şey söylemek, hiçbir şey yapmak gelmiyor. Ağlamak üzereyim ve bu durumla nasıl başa çıkabileceğimize dair hiçbir fikrim yok, yalnızca anlattıklarını aklımda tekrarlıyorum. Kardeşim karşımda susmuş, kaskatı bedeni ve yaşlarla dolmuş gözleriyle beni seyrediyor. Ne yapacağımı, onunla nasıl konuşacağımı bilmiyorum. Derken kardeşim “Cumartesi gününü de anlatmam gerektiğini, eğer anlatırsam rahatlayacağımı söylemişlerdi.” diye inliyor. Gözlerimi silip başımı kaldırıyorum. “Evet.” diyorum, “Anlatabilirsin.” Bir süre huzursuz bir biçimde durmaya devam ediyor ve çevresindeki ağaçlara bakıyor. “Dediklerini yapıp Cumartesi günü tekrar buraya geldim. Genç bir kız, kayaya yaslanmış ağlıyordu. Benden istediklerinden çok korkuyordum ama kızı da korkutmak istemediğim için neyi olduğunu, niye ağladığını sordum. Bana kaybolduğunu, iki gündür ormanda olduğunu ve toprak yolu geri dönüş yolu zannedip iyice uzaktaki bu yere gelince daha fazla dayanamayacağına karar verdiğini söyledi. Benimle konuşunca ağlaması kesilmişti, sevinmiş gibi görünüyordu.” diyor kardeşim ve zihnimin içinde karanlık düşünceler belirmeye başlıyor. “Hayır!” diye düşünüyorum, “Mümkün değil.” Kardeşim yavaş yavaş titremeye başlıyor ve gözleri doluyor. “Ben çok korkuyordum ve sonra benimle eve gelmesini, ona yardım edeceğimi söyledim. Ağaçlar bana öyle yapmamı, o zaman susacaklarını ve senle beni ödüllendireceklerini söylemişlerdi. Ben çok korkuyordum ama onu eve götürdüm. Uzun uzun yürüdük ve hiç konuşmadık.” Kafamın içinde dönüp duran 'hayır' sözcüğünü sesli olarak söylemiş olmalıyım ki kardeşim ağlamaya başladı. Gözlerimin içine bakamıyor, devam etmesi için onu omuzlarından tutup sakin olmasını ve anlatmasını söylüyorum. “Sonra biz eve gittik ve ben ona yemek verdim. Sonra vazgeçmeyi düşündüm ama ağaçlar çok yaklaştığımızı ve geri dönüş olamayacağını söylediler. Ben onlara hayır dedim ama o zaman seni korumayacaklarını ve artık özel olmayacağımı söylediler. Sonra ben vazgeçmeyi bırakıp su içtim biraz. Çok korkuyordum ve sonra kız sandalyede bana arkası dönük oturmuş yemeğini yiyordu.” Artık sesli olarak ağlıyor ve yavaş yavaş kontrolünü kaybediyor. “Tanrım, sen ne yaptın?” diye fısıldıyorum. “Ben bir şey yapmayı en baştan istememiştim ama ağaçlar...” diyor histerik bir biçimde ağlayarak. “Ne yaptın ona?” diyorum ona sessizce. Ne hissettiğime dair benim de bir fikrim yok ve sorumu yineliyorum: “Sonra ne oldu?” Bana bakamıyor ve artık bağırarak ağlıyor. Sesimi biraz daha yükseltip “Sonra ne oldu?” diyorum ve artık beni duyduğundan bile emin değilim. Kafamın karışıklığı tanımlayabileceğim en yüksek noktayı geçiyor ve tüm gücümle omuzlarını sallayarak bağırıyorum: “Sonra ne oldu?!” Titremesi yavaş yavaş duruyor ve sesi kesiliyor. Sessizliğin içinde gözlerini elinin tersiyle silip bana bakarak, “Galiba çok kötü bir şey yaptım.” diyor.
Eve dönerken bu kez ben önden yürüyorum ve kafamın ne kadar karışık olduğunu anladığından, benim hızıma ayak uydurmaya çalışan kardeşim yol boyunca herhangi bir şey söylemiyor. Olabildiğince kısa bir sürede eve varıp kendi gözlerimle görmek istiyorum. Yavaş yavaş ormanın “canlı” kısmından çıkıyoruz ve yine kardeşimle birlikte attığımız adımların çıkardıkları seslerden başka bir ses duyulmaz oluyor. Dönüşümüz, gidişimizden çok daha kısa sürüyor ve sonunda eve varıyoruz. Bahçe kapısını sertçe itip açıyorum ve koşarak kulübeye giriyorum. Ben kulübenin üst katına, kardeşimin kızı bıraktığı yere koşarken o kulübenin içine yeni giriyor ve seslerden anladığım kadarıyla bir şeylere takılıp yere düşüyor. Sesleri umursamayıp, hızla söylediği odanın kapısını açıyorum. Karşımdaki görüntünün gerçekliğini kabul edebilmem zamanımı alıyor. Yavaş yavaş kapının ağzına çöküp gözlerimi gazetede bahsedilen kızın cesedinden ayırmaya çalışıyorum ama sonunda başka bir yana bakmayı başardığımda bile kız, hemen gözlerimin önünde cansız olarak yatmaya devam ediyor. Orada ne kadar durduğumu bilmiyorum ama tekrar ayağa kalkmaya yeltendiğimde belirsiz bir süredir sessizce yanımda duran kardeşim ben kollarımdan tutup destek oluyor. Kapıyı kapayıp aşağı iniyoruz. Beni yavaşça odanın köşesinde duran koltuğa bırakıyor ve bir şey isteyip istemediğimi soruyor. En başta soruyu algılamada güçlük çekerek “Ne?” diye soruyorum. Sorusunu yineliyor ve istemsiz olarak kısık çıkan bir 'hayır'ın anlamını, yalnızca benim kafamı halsizce sağa sola sallamamdan çıkarabiliyor. O da gidip odanın karşısında duran sandalyeye oturup gergin bir biçimde oturmaya başlıyor. Saatin kaç olduğuna dair bir fikrim yok ama havanın kararmasından anlayabildiğim kadarıyla normal bir Pazar gününde şehre dönmem vakit biraz da olsa geçmiş. Bir süre birbirimize bakmadan sessizliği dinliyoruz ve en sonunda bana “Bu gece birisi gelecekmiş. Ağaçlar onunla da konuşuyormuş ve o da benim başladığımı devam ettirmek için gelecekmiş.” diyor. Dikkatimi tekrar toplayıp neler olduğunu anlamaya başlıyorum. “Ne zaman geleceğini söyledi mi ağaçlar?” diye sorarken, kardeşime bunu yaptıran orospu çocuğunu elime geçirebilmek için bir umut doğuyor içimde. Kardeşim bana vereceği cevabın büyük bir kısmını oluşturan bomboş bakışlara eşlik etmesi için bir şeyler söylemek niyetiyle ağzını açıyor ama kapının vurulmasıyla cevabı yarıda kalıyor. Birlikte merakla kapıya bakıyoruz ama kapının ikinci kez çalınmasıyla kardeşim ayağa fırlayıp kapıyı açmak için koşmaya başlıyor. Ben de hemen kardeşimden sonra ayağa kalkıp sinirle onu takip ediyorum. Kardeşim hızla kapıyı açtığında beklenmedik bir tiple karşılaşıyoruz. Üzerinde eski bir gömlek ve pantolonla, kel bir adam duruyor karşımızda. Odanın içinden gelen ışık bembeyaz tenine neredeyse şeffaf bir görüntü katarken, gözlerine vurdukça pembe-kırmızı arası bir renkte bakışlar bizi seyrediyor. Hiçbir şey söylemeden içeriye giriyor ve merdivene doğru yürümeye başlıyor. Hızla yanına yaklaşıp omzundan tuttuğum gibi kendime çeviriyor ve hayatımın darbesini tam sol gözümün altına yiyorum. Yere yığılıp kalmışken, beni devirmekte kullandığı bembeyaz avuç içi, yüzüme çarpmasının etkisiyle hafif kırmızı bir renk alıyor. Yavaş yavaş gözlerim kararırken kardeşim “Böyle yapmak zorunda mıydın? Başka türlü geçemez miydin?” diye soruyor adama. “Beni incitmeye çalışacaktı. Ancak merak etme, sana anlatıdığı gibi, birkaç saat içinde uyanacak ve bu onun için çok daha iyi olacak.” diye cüssesinden beklenmedik bir sesle cevap veriyor, cüssesinden beklenmedik kadar sert vurabilen albino. Birkaç saniye sonra kendimden geçiyorum.
Kendime geldiğimde kardeşim hemen baş ucumda durmuş, uyanmamı beklerken bir yandan da kapıyı seyrediyor. Yerinden çıkmış gibi sızlayan çenemi sıvazlayarak ayağa kalkmaya çalışıyorum. Kardeşim bugün ikinci kez kollarımdan tutup beni kaldırırken adamın nerede olduğunu soruyorum. Gittiğini, giderken de o gece evde durmamız gerektiğinden bahsettiğini söylüyor. Adamın kıza ne yaptığını merak ediyorum ama muhtemelen gidip kontrol etmeyi düşünmemiş kardeşime bunu sormanın anlamsızlığını göz önünde bulundurarak yukarıya, kızı bıraktığımız odaya çıkıyorum. Daha odanın kapısına yaklaşırken bile koridoru basmış olan toprak kokusu içimde tuhaf bir his uyandırıyor. Kapıyı, odanın her tarafında, bilek hizasına kadar birikmiş olan toprak yüzünden zorlukla açıyorum. Hayatımda gördüğüm en tuhaf görüntüyü her zaman için savaştan dönen sakat çocuk olarak kabul etmiş birisi olarak bu tanımı hakeden yeni bir şey görüyorum odanın içinde. Çıplak kızın cesedi, odanın içine yığılmış toprağın üstünde durmuş, bir şeyleri bekler gibi duruyor. Ne olup bittiğine anlam verememenin getirdiği şaşkınlıkla odanın içine girmeye kalkıyorum ama kardeşim beni durduruyor. “İsterseniz izleyebilirsiniz ama dokunmazsanız daha iyi olur dedi adam.” diyen kardeşime bakıyorum. Adamın kurduğu cümlenin rahatsız ediciliği, zaten öfkeli olan beni iyice çileden çıkarıyor. “Şey, geriye sesli sayabilir miyim?” diye soruyor kardeşim. “Ne?” diye hızlıca ve sinirli bir şekilde, sorusunu kendi sorumla yanıtlıyorum. “Adam bana sen kapıyı açtıktan sonra otuzdan geriye doğru saymamı, sonra bir şeyler olacağını söyledi. İçimden on beşe kadar geldim de, dışımdan sayabilir miyim diye sordum.” diyor kardeşim ve cümlesini tamamlamasıyla birlikte uzaktan gelen bir patlama sesiyle irkiliyorum. Bir süre devam eden sessizlikten sonra ard arda iki patlama daha geliyor ve patlamaları keskin ıslık sesleri takip ediyor. Neler olduğuna emin değilim ve emin olabilmek için kardeşime beni evde beklemesini söyleyip koşarak dışarı çıkıyorum. Patikadan ana yola doğru koşarken şehrin üstünden yükselen dumanlar gözüme çarpıyor. Neler olduğunu ve acilen kulübeye dönüp kardeşimin yanında beklemem gerektiğini anlamak için yola kadar ulaşmam gerekmediğini zaten biliyorum ama içimdeki görüp emin olma isteği durmama engel oluyor. Patikanın sonuna kadar; nefesimin kesilmesine, bacaklarımın kopacakmış gibi acımaya başlamasına, kalbimin patlayacak gibi atmasına aldırmadan koşmaya devam ediyorum. Asfalt yola ulaştığımda ise şehri, her ne kadar değişmiş olursa olsun, çocukluğumu hala elinde tutan şehri, üzerinde keskin ışıklar çakarken, komşularımın çığlıkları eşliğinde görüyorum. Çocukluğumu lanetleyen bir kabustan kopup gelmiş bir kesit gibi zihnimi dizleri üzerine çökertiyor, var olması mucize sayılabilecek tüm umutlarımı elinin tersiyle bir kenara itip, beni işlemediğim bir suçtan dolayı idama mahkum ediyor. Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre boyunca hayatımın yok oluşunu seyrettikten sonra tekrar koşmaya başlıyorum, bu kez aksi istikamete olmak üzere. Artık hayattaki tek amacımın kardeşimi korumak olduğunu biliyorum ve yalnızca koşuyorum. Kulübeye vardığımda kardeşim korkmuş, ağlıyor. Çöktüğü köşeye gidip ona sarılıyorum ve korkmamasını, her şeyin geçeceğini, bir şey olmadığını söylüyorum. Biliyorum, pek zeki sayılmaz ama yalan söylediğimi, hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını, gözlerimden akan yaşlara bakarak anlayabiliyor.
Sabaha karşı patlama sesleri yerlerini tek tük silah seslerine ve ara sıra kulaklarımıza çalınan ümitsiz çığlıklara bırakıyor. Kulübeye, ormana henüz kimsenin yaklaşmamış olması yalnızca gerginliğimi arttırırken kardeşimin sesiyle irkiliyorum. “Korkmamız gerekmediğini, güvende olacağımızı söylemişlerdi. Bunu kastediyor olabilirler mi sence?” diyor bana her zamankinden daha şaşkın bir sesle. Ona bilmediğimi söylüyorum ve şehri dinlemeye devam ediyorum. Yavaş yavaş güneş doğarken üst kattan, cesedin olduğu odadan çıtırtılar gelmeye başlıyor. Ne olduğunu ikimiz de merak ettiğimiz için birbirimizi durdurmaya çalışmadan merdivenleri çıkıyoruz. Herhangi bir tersliğe karşı kardeşimi korumak için kapıyı yavaşça açan ben oluyorum. Kardeşim hemen omuzumun üstünden seyrederken, korkunç olmasına korkunç ama tüm doğa üstülüğüyle şairane bir güzellik taşıyan bir olaya tanık oluyoruz. Bildiğim kadarıyla cesetlerin vücutları bir süre sonra içinde biriken gazlar sebebiyle şişmeye başlarlar ama bu kadar kısa zamanda, bu kadar fazla şişmeleri pek alışıldık bir şey değildir. Daha bu çirkin dünyada yirminci yılını bile görmemiş kızın cesedi, her yanında oluşan şişkinlikler ve kabarıklıklarla çirkin ama aynı zamanda açıklanamayacak bir şekilde alışıldık bir hal almış. Gözlerimizin önünde yavaşça şişmeye, gerilmeye devam eden gümüş beyazı derisi yavaş yavaş çatlıyor ve beyazlığını ölü bir kırmızıyla sulanmış yeşile bırakıyor. Dünya üzerinde görebileceğim en güzel görüntünün bir doğum anı olduğuna asla inanmamış birisi olarak inançlarıma karşı çıkıyor ve gördüğüm tarif edilemez güzellik karşısında dizlerimin üzerine çöküyorum. Tarihin herhangi bir yerinde görüldüyse bile çoktan unutulmuş bir anı tecrübe ettiğim için kendimi şanslı saymaktan başka bir çare göremediğim için ağzımdan yalnızca “Şükürler olsun!” kelimeleri dökülüyor ve gencecik cesedin parça parça olmuş cesedinin içinden bedenini çıkaran kutsal bitkiye bakarken ellerimi göğsümün üzerinde birleştirip mutluğuluğumla ağlamaya başlıyorum. Yeni doğan yavaş yavaş filizlenip güçlenirken dünyanın tekrar eski haline dönemeyeceğini ama kurtulan azınlığın bizler yüzünden mahrum kaldıkları hayatı yaşayacaklarının bilincinde olduğum için ölümü, yıkımı ve diğer tüm korkuları, kollarımı iki yana açabildiğim kadar açmış olarak kabul ediyorum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder