Her seferinde aynı pozisyonda, aynı acıyla uyanıyorum. Böyle zamanlarda düşünüyorum kendini kaybetmenin ne demek olduğunu. İnsanların kendini kaybetmekten neyi kastettiklerini aşağı yukarı hayal edebiliyorum ancak merak ettiğim o değil. Kendini kelimenin tam anlamıyla kaybetmenin ne demek olabileceğini, acaba içinde bulunduğum durumu karşılayabilecek bir anlama sahip olup olmadığını merak ediyorum. Çünkü gerçekten durumumu yalnızca böyle tarif edebilirim: Ben kendimi kaybettim.
Neden burada olduğumu düşünmüyorum artık çünkü biliyorum, neden burada olduğumun bir önemi yok. Evrende –ve bu evren o kadar ufak ki– bu soruya cevap verebilecek herhangi birisi olduğunu da zannetmiyorum. Uzunca bir süre “nasıl” konusunda da çok kafa yordum. İnanın ki buna çok vaktim oldu. Asla uçsuz bucaksız çayırlar, masmavi bir gökyüzü dilemedim. Asla sınırsız bir özgürlük cazip gelmedi bana. Kendimi hiç açık alanlarda rahat hissedemedim, açık havalarda hep en yakın çıkıntıya tutunup gözlerimi yere dikmek geldi içimden. Harika, artık tek isteğim gökyüzüne bakabilmek.
Her seferinde kendimi beyazın içinde buluyorum. Göz kamaştıran, mide bulandıran bir beyaz. Her yanımı saran sınırsız bir sabitlik arasında sanki algılayabileceğimden kat kat uzun, düz ve pürüzsüz bir yüzeyin üstünde durmuş gökyüzüne bakıyormuşum gibi dönüyor başım. Ancak geçiyor. Eninde sonunda sakinleşiyorum.
Eni bir genişliği ise en fazla iki metre uzunluğunda, beyaz bir küvette buluyorum kendimi hep. Küvetin çevresini ise eni bir genişliği ise en fazla iki metre uzunluğunda, en az küvetin kendisi kadar beyaz duvarlar çevreliyor. Duvarların boyu ise nerede bittiğini kestiremeyeceğim kadar uzun. Her seferinde, duvarların nerede bittiğini bulunduğum noktadan asla göremeyeceğimi bilemediğim bir sebepten ötürü öğrenemediğimden büyük bir dikkatle yukarıya bakıp çıkışı görmeye çalışıyorum. Görebildiğim tek şey ise kaynağı belirsiz beyaz bir ışık oluyor.
Hareket edebildiğim kadar kendi çevremde dönüp –o kadar dar bir alanda ayağa kalkmakta zorluk çektiğim için oldukça zorlanıyorum– küvetinden üstünde yükselen beyaz fayanslarda çıkış yoluna dair bir ipucu arıyorum. Kimin beni böyle bir yere kapatmış olabileceğini bilemiyorum ama hayatta olduğuma ve her yanımı saran acıya rağmen vücudumda herhangi bir sakatlık olmamasını ya zemine yakın bir yerden içeriye sokulduğuma ya da yukarılarda bir yerden aşağı yavaş yavaş indirildiğime yoruyorum. Çevremdeki fayansları boş yere yoklarken yalnızca çıkışın zemine yakın bir yerlerde olmasını diliyorum.
Tam emin olamadığım için yalnızca uzun olarak tarif edebileceğim bir süre boyunca duvarları yokladıktan sonra vazgeçiyorum. Herhangi bir yerde kendi yansımamı görme şansım olmasa da suratımdan kendimi ne kadar çaresiz hissettiğimin rahatlıkla okunabileceğinin farkındayım. Tekrar küvete otururken ağlamaya başlıyorum.
Saatler diyebileceğim bir zaman diliminden sonra ne yapmam gerektiğini biliyorum. Kupkuru bir ağız –o kadar uzun süre ağladığıma pişman oluyorum– ve aç bir karınla soyunup sırtımı duvarlardan birine, sol ayağımı ise ötekine dayıyorum. Mekanın eninin bir metreden fazla olmaması burada çok işime yarıyor. Kendimi yavaşça yukarıya doğru itip karşımdaki duvara sağ ayağımı da yaslıyorum. Tüm gücümle sırtımı, ayaklarımı karşımdaki duvardan kaldırmadan yukarıya doğru kaydırıyorum. Sırtımı sabitledikten sonra ise ayaklarımı ufak adımlarla bulunduğum seviyeye getiriyorum. Duvarların nerede bittiğini bilmiyorum ama tırmanmamın çok vakit alacağını tahmin edebiliyorum.
Bacaklarım saatlerin –üstelik saatler derken oldukça iyimser davranıyorum– yorgunluğuyla sızlıyorlar. Tırmandığım her karışta çevremdeki duvarları kontrol ettikten sonra ümidimi temelli olarak kaybetmek üzereyim. Çıkışın tam tepemde olduğuna kanaat getirmiş durumdayım ama artık aşağı baktığımda kıçıma doğru parlayan ışığın yoğunluğundan dolayı küveti göremezken hala duvarların nereye kadar uzandığını algılayamıyorum. Ancak artık eminim, çıkış yukarıda, tek yapmam gereken dişimi sıkmak. Eninde sonunda tırmanışımın sonucunu göreceğim. Neden ve nasıl buraya kapatıldığımı öğrenmek artık pek umrumda değil. Bacaklarımı biraz dinlendirmek istiyorum yalnızca.
İnsan vücudunun dayanıklılığının sınırları düşündüğümüzden ne kadar ileri olabilir ki? Bacaklarımın kopacağını düşündüğüm zaman daha katettiğim yolun yarısına bile varmamıştım. Bir şekilde devam ettim ama. Her an içimden pes etmek, kendimi bırakıp sonsuz gibi görünen boşlukta sürüklenmek geliyor ama artık çok yakınım, hissedebiliyorum. Yaklaştığımı hissetmeme rağmen ne yukarıda ne de aşağıda beyazdan başka bir şey göremiyorum. Çok susadım ve uykum var. Ancak biliyorum, artık adımlarım sayılı, birazdan çıkışa varacağım.
Saatlerce sürdüğünü düşündüğüm birkaç adımdan sonra çıkışı tam tepemde hissediyorum. O kadar yaklaştım ki. Tek yapmam gereken elimi dışarıya çıkarmak. Bedenimde kalan son gücü elimi kaldırıp yukarıya, çıkışın olması gereken yere uzanmakta kullanıyorum ve çevremdeki dört duvar gibi sabit, hareketsiz bir tavana dokunuyorum.
Oldukça eski bir kabus bu ama gerçekten çok seviyorum. Bir de düzenli olarak görüyordum, iyice delirecek kıvama gelmiştim ama kendiliğinden kesildi nedense. Neyse ama bundan ziyade esas ben öykü yazmaya çalışıyorum bir yandan. Pek süper gitmiyor ama uğraşıyorum işte. Umarım yakında onu da buraya koyarım.
Bir de yeni bir yazıyla gelmeden yorum yapmak istemedim ama valla çok sağolun yaa. Hakkaten bir hoş oldum yorumlara bakınca =)
7 Aralık 2010 Salı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)